Yeni bir yıla girilirken Türkiye, olağan bir siyasal takvim değişiminin ötesinde; devlet aklının derinliğini, kurumların direnç kapasitesini ve ülkenin uzun vadeli yönelimini doğrudan etkileyen stratejik bir kırılma anından geçmektedir. Bu dönem, yalnızca iç siyasi dengelerin yeniden dizildiği bir eşik değil; aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel konumlanışı, güvenlik mimarisi ve gelecek projeksiyonunun yeniden tanımlandığı kritik bir safhayı ifade etmektedir.
Bu süreçte ülkede iki farklı siyasal refleks belirgin biçimde karşı karşıya gelmektedir. Bir yanda güvenlik meselesini; devletin sürekliliği, toplumsal bütünlüğün korunması ve kalıcı istikrar hedefi çerçevesinde ele alan, riskleri zamana yayarak yöneten ve kurumsal hafızaya yaslanan bir yaklaşım bulunmaktadır. Diğer yanda ise siyaseti, dar anlamda seçim döngülerine sıkıştıran; stratejik kararları kısa vadeli oy hesaplarıyla sınırlayan ve kamusal sorumluluğu “seçmen tepkisi” endişesine indirgeyen bir tutum öne çıkmaktadır. Bu karşıtlık, güncel bir politik polemiğin ötesinde; Türkiye’de devlet geleneği ile konjonktürel siyaset arasındaki yapısal gerilimin açık ve görünür bir tezahürü olarak okunmalıdır.
“Terörsüz Türkiye” söyleminin dönemsel olarak savrulması, güvenlik meselesinin stratejik bir devlet başlığı olmaktan çıkarılıp konjonktürel siyasal hesapların alanına çekilmesinin doğal sonucudur. Güvenlik, günlük politik tartışmaların nesnesi hâline geldiğinde yalnızca iç dengeler zarar görmez; aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel etki alanı, uluslararası müzakere gücü ve küresel güç dengeleri içindeki konumu da doğrudan etkilenir. Bu nedenle güvenlik başlığındaki her belirsizlik, görünmeyen aktörlerin ve karanlık alanların yeniden pozisyon almasına zemin hazırlar.
Bu çerçevede Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tablo, dar anlamda bir iç politika meselesi olarak okunamaz. Suriye sahasında giderek derinleşen belirsizlikler —son olarak Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın bir basın toplantısı sırasında sözünün kesilmesiyle sembolik bir boyut kazanan diplomatik gerilim— yıllar önce tasarlanmış ve farklı araçlarla hayata geçirilmiş jeopolitik planların hâlen yürürlükte olduğunu göstermektedir.
Hava sahasına yönelik ihlaller ve insansız sistemler üzerinden sürdürülen baskılar; Karadeniz’de hedef alınan Türk gemileri; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Azerbaycan ziyareti sonrasında yaşanan ve mürettebat kaybıyla sonuçlanan uçak kazası; Libya Genelkurmay Başkanını taşıyan uçağın Ankara hava sahasında infilak etmesi gibi dikkat çekici olaylar, bölgesel güvenlik mimarisine dair ciddi soru işaretleri doğurmaktadır. Benzer şekilde, İran Cumhurbaşkanını taşıyan helikopterin Azerbaycan’dan havalandıktan kısa süre sonra radardan kaybolarak düşmesi, bu coğrafyada sivil ve askeri hava güvenliğinin ne denli kırılgan bir zemine oturduğunu göstermiştir. Bu tür olaylar arasındaki olası benzerlikler ya da yapısal riskler elbette teknik ve istihbari analizlerin konusudur; ancak yaşananların bütünü, tesadüf kavramıyla açıklanamayacak bir yoğunluğa işaret etmektedir.
Buna Orta Asya’da kırılgan dengeler üzerinden yürütülen güç mücadeleleri, ABD, Rusya ve Ukrayna ile hassas bir zeminde ilerleyen ilişkiler, Balkanlar’da tarikat ve cemaat eksenli nüfuz rekabetlerinin artması, Avrupa Birliği ile süregelen güvensizlik sarmalı ve Doğu Akdeniz’de tırmanan gerilimler eklendiğinde —İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Yunanistan Başbakanı Miçotakis ile yaptığı basın toplantısında sarf ettiği sözlerde de görüldüğü üzere— ortaya çıkan tablo, birbirinden bağımsız gelişmelerden oluşmamaktadır.
Bu başlıklar birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin eş zamanlı olarak birden fazla cephede sınandığı; askeri, diplomatik, siyasi ve kültürel boyutları olan çok katmanlı bir stratejik çevreleme ile karşı karşıya bulunduğu açık biçimde ortaya çıkmaktadır.
Böylesi çok katmanlı bir baskı ortamında en büyük risk, küresel güç dönüşümünü doğru okuyamayan bir siyasal zihniyetle hareket etmektir. Uluslararası sistem yeniden şekillenirken Türkiye’nin iç tartışmalara sıkışması; dış politikayı iç politikaya malzeme eden dar bir dile mahkûm olması, ciddi bir stratejik zafiyet üretir. Diplomatik temasların, devletin uzun vadeli itibarını ve manevra alanını genişleten kurumsal süreçler olarak değil, iç kamuoyuna mesaj verme araçları olarak kurgulanması ise, kısa vadeli kazanımlar uğruna uzun vadeli yalnızlaşmayı ve etki kaybını derinleştirme riski taşımaktadır.
Sorunun bir diğer ve en kritik boyutu, devletin kurumsal kapasitesinde yaşanan aşınmadır. Birbiriyle çelişen açıklamalar yapan, ortak bir stratejik çerçeve üretemeyen yönetim yapıları; liyakat, ehliyet ve tecrübe eksikliğiyle birleştiğinde, kurumsal aklı zayıflatmakta ve karar alma süreçlerini bütüncül bir devlet refleksi olmaktan çıkarıp parçalı, gecikmeli ve reaksiyoner bir zemine sürüklemektedir. Bu tablo, yalnızca bugünün krizlerini yönetmeyi zorlaştırmakla kalmamakta; aynı zamanda gelecek on yılların ve hatta yüzyılın meselelerini çözümsüzlüğe mahkûm eden bir yapısal kırılganlık üretmektedir.
Bu noktada meseleyi dolaylı ifadelerle geçiştirmek mümkün değildir. Bayatlamış kavramlarla, tekrar eden sloganlarla ve günü kurtarmaya dönük taktik hamlelerle ne kalıcı bir güvenlik mimarisi inşa edilebilir ne toplumsal güven ve umut tesis edilebilir ne de sürdürülebilir bir siyasal iktidar üretilebilir.
Devlet yönetimine talip olanlar, konjonktürel rüzgârlara göre yön değiştiren; pusulasını günü kurtarma hesaplarına, anlık kamuoyu dalgalanmalarına ve taktik manevralara teslim eden bir anlayışla başarı üretemezler. Devlet aklı, geçici ittifakların ve kısa vadeli kazançların ötesinde; tarih bilinci, kurumsal süreklilik ve stratejik sabır gerektirir.
Siyaseti yalnızca seçim takvimine sıkıştıran, dış gelişmeleri iç politik rekabetin malzemesi hâline getiren yaklaşımlar; devleti yönetmez, onu savurur. Çünkü devlet yönetimi, rüzgârın yönüne göre yelken açmak değil, fırtınada dahi rotasını koruyabilme iradesidir. Bu irade yoksa, karar alma mekanizmaları dağılır, dış baskılar karşısında direnç zayıflar ve ülke, başkalarının kurduğu senaryolarda edilgen bir aktöre dönüşür.
Devlet-i aliye, doğası gereği uzun ufuklu bir akıl, derin bir hafıza ve süreklilik gerektiren bir yapıdır. Açık denize çıkan bir gemi, rotasını deneyimsiz ellere ve geçici heveslere bıraktığında, güvenli limanlara değil; kaçınılmaz olarak sert akıntılara ve görünmeyen buzdağlarına doğru sürüklenir. Bu nedenle mesele, yalnızca bugünü idare etmek değil; Türkiye’nin yarınını, hatta yüzyılını taşıyacak stratejik aklı yeniden tesis edebilme meselesidir.
Bu noktada ihtiyaç duyulan şey; kişi merkezli tartışmaların gürültüsünü geride bırakıp, yapısal meselelerin sessiz ama belirleyici alanına cesaretle bakabilmektir. Siyaset, bireyleri hedef tahtasına koyarak ya da geçici kahramanlar üreterek değil; halkın gerçek ihtiyaçlarını, kaygılarını ve dilini sahici biçimde anlayarak anlam kazanır. Çünkü siyaset, isimlerle değil; kurduğu düzenle, ürettiği çözümle ve geleceğe bıraktığı izlerle hatırlanır.
Eskimiş kavramlar, tekrarlanan sloganlar ve yüksek sesli polemikler; ne toplumu ikna eder ne de devleti ayakta tutar. Başarı, dünyayı doğru okuyan, toplumu derinlikli biçimde kavrayan ve yarını bugünden planlayabilen bir aklın ürünüdür. Siyaset, ancak bu vizyonla yürütüldüğünde; güç değil denge, hız değil istikrar, öfke değil umut üretebilir.
Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan şey; daha sert cümleler değil, daha dünyaya daha kapsamlı bakan ve okuma yapabilen bir devlet aklıdır.
Daha yüksek ses değil, daha tutarlı ve sürdürülebilir bir stratejidir.
Daha fazla kutuplaşma değil, arınarak helalleşmeyi mümkün kılan bir iradedir.
Çünkü helalleşme, unutmak değil; hatırlayarak yüzleşmek, yüzleşerek arınmak ve ancak ondan sonra birlikte yürüyebilmektir.
Yeni bir yıl, bu yüzleşme için yalnızca bir takvim yaprağı sunar. Asıl mesele, o yaprağın arkasına saklanmadan; cesaretle ve samimiyetle kendimize bakıp bakamayacağımızdır. Takvimler değişebilir, yıllar geçebilir; fakat değişmeyen tek şey, yüzleşmekten kaçılan hakikatin büyüyerek geri dönmesidir.
Bu düşüncelerle, YENİ ARAYIŞ okurlarının yeni yılını; aklın, vicdanın ve ortak geleceğe duyulan umudun çoğaldığı bir yıl olması dileğiyle kutluyorum.


























Yorum Yazın