Seçenekler artıyor, vitrinler genişliyor, kararlar çoğalıyor.
Ya söz hakkı? Tüketim toplumunda yurttaşlık, hâlâ mümkün mü?
Mert, otuzlu yaşlarının başında. Kurumsal bir şirkette çalışıyor, düzenli maaşı var, idare edip gidiyor. Telefonu bozuk değil ama eski. Toplantı masasında herkes telefonunu önüne koyduğunda, onunki eski püskü görünüyor. Kimse bir şey söylemiyor; zaten mesele bu değil. Mert yeni telefonu ihtiyaçtan almıyor. Geri düşmemek için alıyor. Tüketim, onun hayatında gösteriş değil; pozisyonunu kaybetmeme çabası.
Elif, üniversite öğrencisi. Ne alacağını biliyor; markaları, modelleri, hangisinin “iyi” olduğunu ezbere sayabiliyor. Sosyal medyada gördüğü hayat ile kendi hayatı arasındaki mesafe her gün biraz daha belirginleşiyor. Sepetini dolduruyor, sonra boşaltıyor. Bir daha dolduruyor, bir daha boşaltıyor. İstemek serbest; erişebilmek değil. Elif tüketmiyor ama tüketimin tam merkezinde yaşıyor.
Ayhan, bir baba. Çocuğu için alıyor; oyuncak, kurs, tablet. Gerekli olup olmadığını her zaman bilmiyor ama eksik bırakmak istemiyor. “Herkes alıyor” cümlesi, onun için güçlü bir gerekçe. Tüketim Ayhan’ın hayatında çocuğun ihtiyacından çok, kendi vicdanını rahatlatmanın bir yolu.
Fatma, bir fabrikada temizlik işçisi. Ayın sonunu düşünmeden alışveriş yapamıyor. Yine de ayın sonunda bile olsa kendine küçük bir şey alıyor. Bir çorap, bir deodorant… Büyük bir ihtiyaç değil; bir hatırlatma. Bu savurganlık değil, lüks hiç değil. Fatma tüketirken kendine şunu söylüyor: “Ben de buradayım.” Tüketim onun için mutluluk değil, görünürlük.
Selin, üst gelir grubunda. Hep öyle olmuş. Boğaz’a karşı organik kahvesini yudumluyor. Az tükettiğini söylüyor ve buna inanıyor. Ucuz olanı değil, doğru olanı seçiyor. Minimalizm, onun için bir yokluk değil; estetik bir tercih. Selin tüketimi reddetmiyor, rafine ediyor.
Kerem, sosyal medya bağımlısı. Hayatını orada yaşıyor. Aldığı şeyin nasıl göründüğü, ne işe yaradığından daha önemli. Kahve içilmiyor, paylaşılıyor; tatil yaşanmıyor, belgeleniyor. Tüketim Kerem için bir kullanım değil, bir anlatı. Hayat, görünür olduğu sürece gerçek.
Mert, Elif, Ayhan, Fatma, Selin ve Kerem.
Hiçbiri kendini “tüketimci” olarak görmüyor.
Hepsinin gerekçesi var.
Hepsi bir şekilde haklı.
Çünkü tüketim, onların hayatında bir zaaf olarak ortaya çıkmıyor; bir zorunluluk gibi beliriyor. Kimisi geride kalmamak için alıyor, kimisi görünür olmak için, kimisi eksik bırakmamak için. Kimi sahip olamadıklarının ağırlığıyla yaşıyor, kimi seçerek sadeleştiğine inanıyor. Ortak olan şu: hiçbiri keyfi bir aşırılığın içinde değil. Her biri, içinde bulunduğu koşulların sunduğu alanda hareket ediyor.
Ve tam da bu yüzden tüketimcilik bir ahlâk sorunu değil. Kimsenin “biraz daha az istese” çözeceği bir mesele hiç değil. Bir bireysel zaaf da değil; zira bireyler bu düzenin kurucusu değil, taşıyıcısı. Tüketimcilik, ekonominin nasıl işlediğiyle, refahın nasıl tanımlandığıyla ve değer duygusunun nasıl üretildiğiyle ilgili bir düzen meselesi.
Bu hikâyelerin hiçbiri tesadüf değil yani. Büyümesini sürdürmek zorunda olan modern ekonomi, yalnızca üretime değil, sürekli artan tüketime ihtiyaç duyuyor. Ücretler yerinde sayarken yaşam maliyetleri yükseliyor; refah duygusu tüketimle telafi ediliyor. Gelir yetmediğinde kredi devreye giriyor; kredi sıradanlaştığında borç gündelik hayatın doğal parçası hâline geliyor. Tüketim artık artan refahın sonucu değil, refah kaybının üzerini kuş tüyü bir yorgan gibi kaplayan sıcacık, rahat bir örtü.
Bu düzen içinde tüketmek bir tercih değil artık. Tüketmemek geride kalmak, tüketememek dışarıda kalmak demek. Seçenek bolluğu özgürlük gibi sunuluyor ama bu özgürlük sahiden karar verme hürriyeti değil; başkaları tarafından belirlenmiş seçenekler arasında dolaşabilme serbestisi. Ne istediğimiz, neyi arzuladığımız, neyi “hak ettiğimizi” düşündüğümüz çoktan tanımlanmış durumda. Tüketici, bu düzende karar veren bir özne olmaktan çok, kendisine sunulan seçenekler arasında gezinen bir kullanıcı.
Bu dönüşüm, yalnızca bireysel tercih alanını daraltmıyor; yurttaşlık fikrini de aşındırıyor. Tüketim toplumunda değer, katkıyla değil görünürlükle ölçülüyor. Söz hakkı, kamusal alanda değil piyasada tanınıyor. Toplumsal sorunlar, kolektif çözümler gerektiren meseleler olmaktan çıkıp bireysel tercihlerle aşılabilecek seviyeye indirgeniyor. Daha bilinçli tüket, daha doğru ürünü seç, daha az atık üret… Böylece sistem, kendi yarattığı sorunların sorumluluğunu yeniden bireyin omuzlarına yüklüyor.
Tam da bu noktada tüketimcilik, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda güçlü bir siyasi anlatı hâline geliyor. Yurttaş, hak talep eden bir özne olmaktan uzaklaşıp doğru tercihleri yaptığı sürece “makbul” sayılan bir tüketiciye indirgeniyor. Piyasa, kamusal alanın yerini alıyor; özgürlük, birlikte karar alma kapasitesiyle değil, alışveriş sepetinin içeriğiyle ölçülüyor.
Bu anlatının sınırına gelindiğinde ise karşımıza kaçınılmaz olarak gezegen çıkıyor. Sınırsız tüketim vaadi, sınırlı bir dünyada işlerliğini yitiriyor. Daha az tüketmenin bireysel bir erdem, daha yeşil ürünler seçmenin bir vicdan meselesi gibi sunulması, meselenin özünü gizliyor. Sorun, tek tek bireylerin ne aldığı değil; biteviye artması gereken üretim, dağıtım ve büyüme üzerine kurulu bu düzenin kendisi. İklim krizi, tüketimcilik anlatısının sürdürülemezliğini en çıplak hâliyle görünür kılıyor.
Belki de mesele, daha az tüketmek ya da daha doğru ürünü seçmek değil. Belki de asıl mesele, tüketim sözcüğüne taşıyamayacağı kadar ağır bir anlam yüklenmiş olması. Mutluluk, değer, başarı ve hatta sorumluluk duygusu piyasanın diline tercüme edildiğinde geriye yalnızca satın alınabilir çözümler kalıyor. Oysa toplumsal sorunlar, sepetlere sığmıyor ki...
Sonuç olarak… Tüketimcilik bizi sessizleştirirken sorumluluğu bireyselleştiriyor. Halbuki yurttaşlık öyle mi? Yurttaşlık tam tersini gerektirir: yalnızca doğru ürünü seçmeyi değil, doğru soruları sormayı; yalnızca bireysel tercihleri değil, bu tercihleri şekillendiren yapıları tartışmayı. Yurttaşlık bilinci, piyasanın sunduğu seçenekler arasında kaybolmak değil, bu seçeneklerin neden böyle sunulduğunu sorgulayabilme kapasitesidir. Hak talep etmeyi, kamusal alanda söz almayı, ekonomik düzenin doğal ve değişmez olmadığını hatırlamayı içerir.
Bugün aşırıya kaçmış bir küreselleşmenin içinde, dünyanın giderek homojen bir çorbaya dönüştüğü bir noktadayız. Aynı markalar, aynı arzular, aynı “iyi yaşam” imgeleri her yerde dolaşıyor. Farklılıklar silikleşirken, sorunlar da kişiselleştiriliyor. Yurttaşlık bilinci tam da burada anlam kazanıyor: benzerleştirilen hayatlar içinde ortak kaderleri fark edebilmekte; tüketici olarak değil, toplumsal bir özne olarak konum alabilmekte. Belki de asıl mesele, ne satın aldığımız değil; bu homojenleşmiş dünyada neye itiraz ettiğimiz, neyi birlikte tartışmaya açabildiğimizdir.


























Yorum Yazın