Erdoğan yönetiminin “Türk-Kürt-Arap ittifakı” gibi mezhebi ve etnik referanslı bir yaklaşımı merkeze alarak yeni bir siyasal model önerisi sunması, sürecin çözüm yerine yeni gerilim alanları üretmesine neden olabilir. Aynı şekilde, yasal reformlar yapılmadan silahsızlanmanın tamamlanması, çözüm sürecinin baştan kırılgan hale gelmesine yol açabilir.
Ortadoğu’da siyasal ve jeopolitik dengelerin yeniden şekillendiği bir dönemde, Türkiye’nin en kronik sorunlarından biri olan Kürt meselesine dair yeni bir evreye girilmiş görünmektedir.
PKK’nin kendini feshetmesi ve simgesel de olsa silahlarını yakması, sadece bu örgütün değil, aynı zamanda Türkiye’nin yakın tarihinde çatışma yerine çözüm arayışına yönelik önemli bir dönüm noktasına işaret etmektedir.
11 Temmuz 2025’te Süleymaniye’nin Dukan ilçesinde, tarihi Casena Mağarası bölgesinde gerçekleştirilen silah yakma töreni, bir yılı aşkın süredir İmralı’da tutuklu bulunan Abdullah Öcalan ile yürütülen müzakerelerin ilk somut çıktısı olmuştur.
Ancak bu gelişme, kamuoyunda olduğu kadar siyasal aktörlerin tutumlarında da ciddi belirsizlikler ve soru işaretleri yaratmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Temmuz 2025’te yaptığı konuşmada dile getirdiği “Türk-Kürt-Arap ittifakı” söylemi, sürecin niteliğine ve yönüne dair yeni tartışmalar doğurdu.
Son mu, Başlangıç mı?
PKK’nin yaklaşık 50 yıllık silahlı mücadelesinin ardından kendini feshetmesi ve örgüt üyelerinin sembolik biçimde silah yakması, Türkiye’nin yakın tarihindeki en sıra dışı gelişmelerden biri olarak değerlendirilebilir.
Savaşın on binlerce can kaybına, milyonlarca insanın yerinden edilmesine ve milyarlarca dolarlık ekonomik kayba neden olduğu göz önüne alındığında, bu gelişme büyük bir tarihsel kırılma potansiyeli taşımaktadır.
Ancak sürecin yapısal çerçevesi henüz tanımlanmış değildir. KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Bese Hozat’ın törende "Kuşkusuz bu tarihi girişimin başarıya ulaşması için ciddi, çok ciddi yasal ve anayasal düzenlemeye ihtiyaç var” şeklindeki açıklaması, örgüt tarafında bu sürecin yalnızca iyi niyet jestiyle sınırlı kalmaması gerektiği yönündeki beklentiyi yansıtmaktadır.
Geçmişteki çözüm girişimlerinin hukuksal güvencelerden yoksun olması, süreçlerin tıkanmasında etkili olmuştur.
Sürece Dair Belirsizlikler Uzuyor
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Temmuz 2025’teki açıklamalarında, sürecin TBMM çatısı altında bir komisyon marifetiyle yürütüleceği ifade edilmiş, ancak somut bir yasal düzenlemeden veya takvimden bahsedilmemiştir.
Sürecin Cumhur İttifakı bileşenleri (AK Parti, MHP) ile DEM Parti’nin katılımıyla yürütüleceğine dair yapılan vurgu, bir yönüyle kapsayıcılık sinyali verse de, yasal güvencelerin sonraya bırakılması, özellikle Kürt kamuoyunda ciddi bir güvensizlik doğurmuştur.
Bu durum, silahsızlanmanın hukukî teminat altına alınmadan tamamlanacağı bir sürecin doğurabileceği riskleri artırmaktadır.
Daha da önemlisi, bu yaklaşım, çatışmasızlık sürecinin kalıcı barışa evrilmesini tehlikeye atabilecek bir stratejik zafiyet olarak değerlendirilmektedir.
Tüm bu gelişmeler ışığında, Türkiye’nin bu süreci barışa evriltebilmesi için çok aktörlü, hak temelli ve demokratik bir çerçeve inşa etmesi zorunludur. Aksi halde bu tarihi fırsatın heba edilmesi yalnızca Kürtleri değil, Türkiye toplumunun tamamını daha derin bir çıkmaza sürükleyebilir.
Yeni Osmanlıcılık Tahayyülü
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında dikkat çeken bir diğer unsur ise “Türk-Kürt-Arap ittifakı” söylemidir. Bu vurgu, 1923 Cumhuriyet modelinden farklı olarak etnisite ve mezhebi kimlikleri esas alan yeni bir siyasal tahayyülün işareti olarak okunabilir.
Bu söylem, geçmişte farklı biçimlerde gündeme gelen “Yeni Osmanlıcılık” projesinin güncellenmiş bir versiyonu gibi değerlendirilmekte; seküler, çoğulcu ve yurttaşlık temelli bir anayasal sistem yerine, Sünni eksenli bir etnik-mezhebi yönetim formuna zemin hazırladığı endişesi taşımaktadır. Bu konuda Ruşen Çakır’ın kapsamlı siyasi analizine bakmakta yarar var.
Ayrıca bu söylem, barış sürecini yalnızca Türkiye sınırları içinde değil, Ortadoğu denkleminde konumlandırmaya çalışan bir yaklaşımın ürünü olarak da değerlendirilebilir.
Bu strateji, hem Türkiye içinde mezhebi ve etnik kutuplaşmayı körükleme riski taşımakta hem de sürece ulusal bir meşruiyet kazandırma ihtimalini zayıflatmaktadır.
CHP’nin Süreç Dışında Bırakılması ve Demokratik Meşruiyet Sorunu
Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında ana muhalefet partisi CHP’ye hiç değinmemesi, yalnızca sembolik değil, stratejik bir tercih olarak okunmalıdır. Süreçte CHP'nin dışlanması, demokratik meşruiyetin geniş toplumsal zeminde inşa edilmesini engelleyen ciddi bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Üstelik bu tutum, son dönemde CHP’li belediyelere yönelik yargı operasyonlarının devam edeceği izlenimini de kuvvetlendirmektedir.
Bu dışlayıcı yaklaşım, çözüm sürecini sadece iktidar partisi ve onun belirlediği aktörlerle yürütmeye dönük bir çabanın işaretidir ve başarısızlığa mahkûm bir stratejiye işaret etmektedir.
PKK’nin silahlara veda etmesi, Türkiye’nin iç barışı ve demokratikleşme süreci açısından tarihsel bir fırsat sunmaktadır.
Bu fırsatın hayata geçebilmesi için kapsayıcı ve hukuk temelli bir siyasal iradenin sergilenmesi gerekmektedir.
Mevcut durumda ise hem siyasal söylemler hem uygulama biçimi ciddi güvensizlikleri beslemektedir.
Erdoğan yönetiminin “Türk-Kürt-Arap ittifakı” gibi mezhebi ve etnik referanslı bir yaklaşımı merkeze alarak yeni bir siyasal model önerisi sunması, sürecin çözüm yerine yeni gerilim alanları üretmesine neden olabilir.
Aynı şekilde, yasal reformlar yapılmadan silahsızlanmanın tamamlanması, çözüm sürecinin baştan kırılgan hale gelmesine yol açabilir.
Tüm bu gelişmeler ışığında, Türkiye’nin bu süreci barışa evriltebilmesi için çok aktörlü, hak temelli ve demokratik bir çerçeve inşa etmesi zorunludur. Aksi halde bu tarihi fırsatın heba edilmesi yalnızca Kürtleri değil, Türkiye toplumunun tamamını daha derin bir çıkmaza sürükleyebilir.
İktidarın silahsızlanma sürecini kendi siyasal ajandası doğrultusunda araçsallaştırması ve bu çerçevede DEM Parti’yi muhalefet cephesinden koparma girişimlerinin zamanla nasıl bir sonuç doğuracağını bugünden kestirmek güç.
Bu yaklaşımın, Türkiye’deki mevcut siyasal krizi daha da derinleştireceği ve krize yeni bir boyut kazandıracağı konusunda kuşku yok.
Not: Bu bağlamında iktidar ve DEM Parti ilişkisini/Kürt siyaseti İttifakı’nı ayrı bir yazıda ele almayı gerektiren önemde bir konu.

Yorum Yazın