Market kasasında sıradayım. Önümdeki kadın, elindeki iki poşeti tartıyor bakışlarıyla: “Bunu bıraksam çocuk fark eder mi?”
Kasiyer,ona öğretilen ezberden konuşuyor: “İsterseniz üç taksit yapalım,ekstra puan da kazanırsınız.”
O kısa sahnede, Byung-Chul Han’ın anlattığı psikopolitika teorilerinin, Baudrillard’ın tüketim toplumu analizlerinin, Yildiz Silier’in “Oburluk Çağı” dediği şeyin tamamı duruyor aslında. Bir yanda eksi bakiyenin hesabını yapan bir anne; öbür yanda, insanın yoksulluğunu bile pazarlama fırsatına çeviren sistemin sakince gülen yüzü. (Muhtemelen düzenin o maske ile öne attığı emekçi de aynı “ay sonunu nasıl getiririm?” diye kendine soruyor)
Ben çocukken, devletin çocuk yuvasında büyüdüm. Harçlıklarımız kuş kadardı; yetmediğinde bakkala “deftere yaz” derdik. Bir sonraki ay, yine o minicik harçlıklarla hem borcu kapatır, hem de göz alıcı şekerlere, çerezlere kanıp yeniden borca girerdik. Yine de kendimizi yoksul hissetmezdik; geleceğe dair, bugünkü kadar somut bir korkumuz yoktu. Borç, bir rakamdan çok, mahallenin bildiği küçük bir sırdı.
Şimdi herkesin cebinde görünmez bir defter var: kredi notu. Eskiden borcu bilirdin; şimdi borcun seni tanımlıyor. Adını, soyadını, kimlik numaranı, hangi bankaya ne kadar borçlu olduğuna göre çağıran yeni bir rejimin içindeyiz. Çocukluğumun bakkal veresiye defteri, bugün telefon ekranında “ödemeniz gecikmiştir” bildirimi olarak dönüyor karşımıza.
Ve ben şimdi, günümüzde kendi çocuklarımı öğle aralarında daha ucuz su ve atıştırmalık bulabilmek için üç harfli marketler arasında adeta maraton koşarken izliyorum. Onların koşturduğu şey sadece birkaç liralık fark değil; yoksulluğun bugünkü mekaniği. Yoksulluk, artık dükkânın arka rafında değil; cebimizde taşıdığımız uygulamaların, puan sistemlerinin, kampanya bildirimlerinin içinde kayıtlı.
Bedenlerden Çıkıp Zihne Taşınan Baskı
Eski otoriter rejimler insanı dışarıdan bastırırdı; yasaklar, coplar, yasalar… Byung-Chul Han, Psikopolitika’da bunun artık böyle işlemediğini söyler. Kitabı eline aldığında kalın bir teori metni değil, bugünkü halsizliğinin, tükenmişliğinin kullanım kılavuzunu okuyor gibi olursun. Han, neoliberal çağın öznesini “kendini proje olarak gören” insan diye tarif eder: Kendi üzerine çalışan, kendini sürekli geliştirmek zorunda hisseden, içindeki denetçiyi asla susturamayan bir varlık.
“Daha çok çalışmalısın.”
“Kendine yatırım yapmalısın.”
“Markan sensin.”
Bunlar sadece patronun değil,içimizdeki görünmez denetçinin cümleleri. Sendika toplantısına gitmek için izin isteyen işçinin, “Ya verim düşmüş derlerse?” diye kendi kendine fren yapması bu yüzden. Baskıyı sadece dışarıda arıyoruz; oysa çoğu zaman en ağır sansürü, kendi içimizde kurmuş oluyoruz.
Zorla fazla mesai yaptırmak eski model; şimdi insan, kendi kendini fazla mesaiye ikna ediyor. (Manipülatif düzene doğduğumuzu da unutmayalım)
Yorulduğunda bile suçluluk hissediyor: “Başka herkes dayanmaya çalışıyor,ben mi yoruldum?”
Mesela PTT’de “kampanya haftası” denilerek çalışanlar cumartesi-pazar dahi işe çağrılıyor. Kâğıt üzerinde kimseyi zorlamıyorlar. Pratikte tablo başka: Taşeron işçi,üç kuruş fazla mesai ve işten atılma korkusu arasında sıkışıyor.
İHS’li çalışan,ücret baskısı ve geleceksizlik tehdidiyle “idare et”mek zorunda kalıyor.
399’lu personel için sopa hazır:soruşturma, sürgün, sicile işlenecek küçük bir leke…
Üstelik bütün bunlar,Anayasa bu konuda apaçık ortadayken ve sendika bu keyfiliğe karşı dava kazanmışken yaşanıyor. Kâğıt üstünde hak kazanılmış; sahada ise hâlâ ricaya dönüştürülmüş durumda.
Ben dilekçe verip hafta sonu işe gitmediğimde, yalnızca kendi payıma hukuku kullanmış olmuyorum; bir şeyi de çıplak haliyle görüyorum: Diğerleri? Onlar için risk, hukuktan daha gerçek. Çünkü kolektif irade yok; hem bastırılmış, hem parça parça edilerek engellenmiş. Herkes kendi başına ayakta durmaya zorlanınca, korku da tek tek bedenlere dağıtılıyor. İşte psikopolitikanın ince ayarı burada: Patronun masasına tokat gibi çarpması gereken “hayır”, çalışanın kendi içinde fısıldanan bir “ne yapalım”a dönüştürülüyor.
Bir sabah, işe gitmeden önce masaya yaydığım notlara baktım: sendikal metin taslakları, köşe yazısı için yapılan okumalar, notlar, yapılacaklar listesi, “kendini geliştir” başlıklı online eğitim notları… Bir an için hepsi aynı elden çıkmış gibi durdu. Devlet, kurum, şirket, kişisel gelişim sektörü; hepsi aynı cümleyi fısıldıyordu: “Yetmezsin, daha fazla ol.”
Zorla fazla mesai değil artık mesele; gönüllü tükeniş. İktidarın en ucuz yöntemi bu: emir vermek yerine, insanı kendine emir verir hale getirmek. Han’ın kitabı tam buraya işaret ediyor: Dış baskının yerini, içselleştirilmiş “pozitiflik terörü” alıyor. Hep güçlü, hep üretken, hep gülümseyen birey ideali… Yani kırbaç görünmüyor artık; kırbacı kol kası sanıyoruz!!!
İktidar artık bize 'yapma' demiyor; 'kendin ol' diyor. Ve bu en büyük yanılsama: özgür irademizle seçtiğimizi sandığımız 'kendimiz', aslında sistemin dikte ettiği bir projeden ibaret.
Devlet, iktidar, şirketler… Hepsini büyük bir masanın etrafında oturan figürler gibi düşünebilirsin. Masanın üstü dolu: paketlenmiş mutluluklar, kredili konut projeleri, “müjde” diye sunulan yeni borçlanma imkânları. Masanın altındaysa, insanlığımızdan artan kırıntıları toplayanlar var: işsizler, güvencesizler, “performans düşüklüğü”yle kapı önüne konulanlar.
Oburluk Çağı: Doymayan Şey Ne?
Yildiz Silier, çağımızın “oburluğu”ndan söz ederken, sadece mideyi kastetmiyor. Bu, arzunun iştahı. Daha çok veri, daha çok içerik, daha çok eşya, daha çok “başarı”. Yetmiyor.
Silier’in metinlerinde çarpıcı olan, krizleri yalnızca ekonomik tablolarla değil, karakterle ilişkilendirmesi. Oburluk Çağı dediği zaman, aklına hemen şu tablo geliyor: Bir yanda büyüme rakamlarıyla övünen bir ülke; öbür yanda, “çocuklara sütü bu ay da ancak haftada iki kez alırım” hesabı yapan milyonlar. Oburluk, yalnızca tükettiği kaynaklar üzerinden değil, geride bıraktığı çoraklık üzerinden okunuyor orada.
Bir ülkenin büyüme rakamlarıyla övündüğü, ama emekçinin sofrasının küçüldüğü dönemlerde yaşıyoruz. Kentlerin göbeğine dikilen gökdelenlere bakarken, bir yandan da açlık sınırının altındaki maaşları konuşuyoruz. Bu çelişki, tesadüf değil; oburluk çağının haritası.
Devlet, iktidar, şirketler… Hepsini büyük bir masanın etrafında oturan figürler gibi düşünebilirsin. Masanın üstü dolu: paketlenmiş mutluluklar, kredili konut projeleri, “müjde” diye sunulan yeni borçlanma imkânları. Masanın altındaysa, insanlığımızdan artan kırıntıları toplayanlar var: işsizler, güvencesizler, “performans düşüklüğü”yle kapı önüne konulanlar.
Bu çağda asıl obur olan, insan değil; insanın üzerinden kâr eden düzen. Biz yalnızca, kendi hayatlarımızı bu sofra için dilimleyen garsonlarız.
Burada bir tür varoluşsal hırsızlık yaşanıyor: Varlığımız, 'sahip olma' eylemine indirgeniyor. Oysa insan, sahip olduklarından çok daha fazlasıdır; bu indirgeme, bizi aslında olmadığımız bir şeye, sürekli aç bir tüketici hayaletine dönüştürüyor.
Burada derdim, yoksulluğun “görünmesini” engellemek değil; yoksulluğun kendisinin tarihe karışması. Ama bugünün iktidar aklı, yoksulluğu azaltmaktan çok, kadraja girmesini engellemekle meşgul. Boş tencerenin kaynamamasından değil, o tencerenin meydanda, sokakta, ekranda görünmesinden rahatsız oluyor. Oysa bizim payımıza düşen, tencereyi saklamak değil, o tencerenin bir gün gerçekten dolacağı bir düzeni ısrarla talep etmek.
Baudrillard’ın AVM’sinde Yaşamak
Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu’nda basit bir şey söyler ama sonuna kadar düşününce insanın içini üşütür: Nesneler artık ihtiyaç için değil, gösterge olmak için vardır. Bir nesne, ne işe yaradığından çok, neyi temsil ettiğiyle anlam kazanır.
Eskiden bir ayakkabı ayağını sıcak tutsun diye alınırdı; şimdi sana “başarılı, şehirli, çalışkan” bir kimlik vaadiyle satılıyor. Bir bardak kahveyi, tadından çok, karton bardağın üzerindeki logo yüzünden tercih ediyoruz. Baudrillard’ın diliyle söyleyelim: Sahip olmak değil, görünmek. Nesneler, statü cümlelerine dönüştü.
Siyaset de bu AVM mantığına çoktan uyum sağladı. Seçimler, yurttaşın kaderini belileyn bir karar anı olmaktan çok, vitrinlerin yenilendiği kampanya dönemine dönüştü. Her tarafta “paket”ler: gençlik paketi, aile paketi, emekli paketi…
Hak, pazarlama diliyle konuşuldukça, yurttaş müşteriye indirgeniyor. Hak arayan değil, memnuniyetsiz müşteri muamelesi görüyoruz. Sendikal mücadele bile “ek avantaj”, “promosyon” kelimeleriyle pazarlanmak isteniyor. (Hamam indirimi alan sarı sendikalar gördü bu gözler!)
Oysa hak, kampanya konusu değil; insan kalmanın asgari koşulu.
Geçenlerde bir belediye duyurusunda “Vatandaşlarımıza avantaj sağlayan yeni hizmet paketimiz” ifadesini gördüm. Hizmet değil, paket; yurttaş değil, müşteri. Dil, hakikatin röntgenidir. Cümle kırıldığında, rejimin niyetini de görüyorsun.
Tüketmekten vazgeçmekten ziyade, tükenişe razı olmamayı öğrenmemiz gerekiyor. “Bu böyle” cümlesine itiraz eden her söz, bu çağın oburluğuna atılmış küçük bir taş. İş yerinde susmak yerine konuşan, örgütlenen işçi, pazarda “yine zam mı?” deyip başını eğmek yerine hesabı soran emekli, kendi yorgunluğunu kişisel yetersizlik değil, politik tercihlerin sonucu olarak gören genç…
Tüketim Değil, Tükeniş
“Tüketim toplumu” dendiğinde sanki çok alışveriş yapmakla sınırlı bir şeyden söz ediyoruz. Asıl trajedi, tükettiğimizin ilişkilerimiz, hafızamız, öfkemiz olması.
Bir arkadaşın işten atıldığında, yıllar önce olsa mahalle ayağa kalkardı. Şimdi, birkaç saatlik sosyal medya gündemi oluyor. Hashtag’in ömrü 24 saat; işsizlik süresiz. Yas bile “içerik süresine” göre ölçülüyor. Bir cinayet haberi, bir patlama, bir işçi katliamı… Üç kaydırma sonra yeni videoya geçiyoruz.
Baudrillard’ın hayaletimsi “simülasyon” dediği şey, biraz da bu: Gerçek acılarla kurduğumuz bağın sanallaşması. Gerçeklik, ekranda göründüğü kadar sürüyor. Sonrası boşluk.
Bu, gerçekliğin yerini temsillerin aldığı, 'hiper-gerçek' bir dünya. Acı bile orijinal halinde değil, filtrelenmiş, paylaşılabilir, 'içerik' formatında deneyimleniyor. Böylece, insan olmanın en temel duyguları bile metalaşıp, tüketilebilir birer göstergeye dönüşüyor.
Ve bu boşlukta, insanlığımız yavaş yavaş yok oluyor.
Masadan Kalkmak Değil, Masayı Teşhir Etmek
Bu soygun düzenini teşhir etmek, sadece kaleme alınan metinlerin konusu değil artık. Geçtiğimiz hafta KESK'in, Haber-Sen'in bütçe mitinglerinde çalışırken, kendi kurumumun koridorlarında gördüğüm o bitik, tükenmiş, ama bir o kadar da öfkeli yüzler bunun canlı kanıtıydı. Sonra Tokat'ta, Şık Makas işçilerinin direniş çadırında, bu yazıyı yazmamı zorunlu kılan şeyi buldum: Tükenişe değil, direnişe dair bir dil. O çadırda, bu metnin teorik çerçevesi, bir işçinin 'Artık yeter!' çığlığıyla beden buldu. İşte o an anladım: Yapmamız gereken, masadan kalkmak değil, masayı teşhir etmek:
Kimin doyduğunu, kimin aç kaldığını, kimlerin artık insan değil “veri”, “performans”, “maliyet kalemi” olarak görüldüğünü göstermek. Psikopolitikanın içimize kurduğu o görünmez kelepçeleri birbirimize anlattığımızda, ilk çatlaklar oradan açılıyor çünkü.
Bir gece, sendika toplantısından çıkıp eve dönerken, telefonum sürekli bildirim yağdırıyordu: “Bugün adımların hedefin altında kaldı”, “Şu eğitime katılırsan kariyerine avantaj”, “Bu kartla harcarsan ekstra puan”…
Günün yarısını hak mücadelesi konuşarak geçirmiştim;akşamında, aynı sistem bana daha çok tüketmemi, daha çok çalışmamı, daha çok koşturmamı tavsiye ediyordu. İşte o an şunu düşündüm: Bu çağda direnmek, biraz da bu bildirimlere “sus” demekten geçiyor.
Tüketmekten vazgeçmekten ziyade, tükenişe razı olmamayı öğrenmemiz gerekiyor. “Bu böyle” cümlesine itiraz eden her söz, bu çağın oburluğuna atılmış küçük bir taş. İş yerinde susmak yerine konuşan, örgütlenen işçi, pazarda “yine zam mı?” deyip başını eğmek yerine hesabı soran emekli, kendi yorgunluğunu kişisel yetersizlik değil, politik tercihlerin sonucu olarak gören genç…
Hepsi, aynı hikâyenin farklı satırları.
Oburluk Çağı’nda en büyük lüks, insanlığını satmamak.
Bu, sadece ahlaki bir duruş değil, aynı zamanda felsefi bir isyandır: Kendini, piyasanın tanımladığı 'müşteri' veya 'proje' olarak değil, özerk bir 'özne' olarak yeniden inşa etme çabasıdır. İrade, burada başlar; tam da 'satmamak' dediğimiz yerde.
Byung-Chul Han’ın teşhis ettiği içsel baskıya, Baudrillard’ın anlattığı simülasyona, Silier’in işaret ettiği o doymak bilmez iştaha karşı elimizdeki en sıradan ama en radikal şey şu: Birbirimize bakıp, “Sen müşteri değilsin, yurttaşsın” demek.
Çünkü bu çağda gerçekten kıt olan şey, para değil; insan kalma ısrarı.
Ve o ısrar, hiçbir kampanyanın değil, bizim ortak sözümüzün ürünü.
Bu ortak söz, bir sözleşme değil, bir 'birlikte-varoluş' vaadidir. Piyasanın bize dayattığı rekabetçi bireyciliğe karşı, dayanışmayı yeniden mümkün kılacak ontolojik bir zemindir.
O zaman her zaman yaptığımız gibi soralım.
Peki sen,bu çağın obur iştahına sunulacak bir yemek misin, yoksa o iştahı dizginleyecek bir irade mi?
YAZAR NOTU
Bu yazıyı bitirdiğimde, her zaman olduğu gibi, bir boşluk ve bir heyecan aynı anda doldu içime. Boşluk, çünkü anlattığımız her şey, biraz da kendi yükümüz; heyecan, çünkü belki de bu satırlar bir yoldaşın zihninde bir kıvılcım olur diye.
Aslında, gecenin dinginliğinde göktaşlarının izini, bir çocuğun ilk defa karşılaştığı denizin kokusunu, bir kitabın sayfaları arasında bulduğumuz o unutulmaz cümleyi yazmayı çok isterdim. İçimizi açacak, ufkumuzu genişletecek, sadece 'güzel' olanı anlatan yazılar...
Ama sonra, yaşadığımız şu koridorda, sistemin dişlileri arasında öğütülen hayatların sesi, o 'güzel' yazıların önüne geçiyor. Bir işçi çocuğunun okul formasına sığmayan kolu, bir annenin markette tarttığı iki poşet, bir taşeronun bitmeyen mesaisi... Bunlar, yazmazsam nefesimin daraldığı gerçekler.
Belki de ısrarla burada dolanmamın sebebi, önce bu taşları kaldırmak. Ta ki, altından o 'güzel' dediğimiz hayat filizlenebilsin diye. O güne kadar, kalemim biraz da bir kazma kürek; yazdıklarım, bir nevi kazı. Çünkü inanıyorum ki, gerçek ufuk, ancak özgürleşmiş bir zihnin görebileceği bir manzaradır. Ve biz, o manzaraya giden yoldaki engelleri kelimelerle kaldırmaya çalışanlardanız.
Bu yazı da, o uzun yolda atılmış küçük bir adım olsun. Bir gün, hep birlikte, yazacak ve yaşayacak daha güzel günlere…



























Yorum Yazın