Her şeyin hızla değiştiği koşullarda tarihin tekerrür etmesi, insanların ve ülkeyi yönetenlerin tarihten ders almadığının bir göstergesi olsa gerek. 21. yüzyılın iletişim ve teknoloji çağı olduğu bir dünyada, Türkiye ve Osmanlı tarihinde birbirine çok benzeyen hatta tıpa tıp aynı siyasal gelişmelerin yaşanmış olması fazlasıyla tuhaf.
Karl Marx, “Tarihte olaylar iki kez yaşanır: ilki trajedi, ikincisi komedi olarak,” der. Ancak Türkiye’de, ana akım Türk siyasetçilerinin büyük bir övünçle sahiplendiği Osmanlı mirası da dâhil olmak üzere, birincisi trajedi olan birçok şey ikincisinde de trajediyle sonuçlanmış, üçüncüsünde bile komediye dönüşememiştir.
Bir yılını geride bırakan yeni çözüm sürecindeki gelişmeler, toplumdaki algı ve ana akım siyasetteki dalgalanmalar bu düşünceyi daha da güçlendiriyor. Bugün Türkiye’nin yüzyılı aşan demokratikleşememe serüveninin hikâyesini yeniden yaşıyor, görüyor ve gözlemliyoruz.
AK Parti iktidarları döneminde yaşananlar, başlı başına Osmanlı mirası üzerine kurulan Cumhuriyet’in siyasal açıdan Osmanlı’ya ne ölçüde benzediğini anlamaya yeterlidir. Aynı durum tersinden de iddia edilebilir. Bugünün iktidarını doğru anlamak ve geleceğe dair öngörülerde bulunmak için Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’in yüzyılına bakmak fazlasıyla öğreticidir.
AK Parti iktidarının ve gayriresmî ortağı MHP’nin Cumhur İttifakı çerçevesinde komşu ülkelerdeki gelişmelere yaklaşımlarını, iç ve dış siyasete bakışlarını anlamak için de tarihsel veriler önemli ipuçları sunmaktadır.
Tarihçi Prof. Dr. Bülent Bilmez bu konuda yol gösterici çalışmalara imza atıyor. LEJAND Yayınları’ndan arka arkaya iki kitabı çıktı. İlki Türkiye Demokrasi Tarihi: Osmanlı–Türkiye’de Demokrasinin Hasta Kökleri, ikincisi ise Ekim ayında yayımlanan Osmanlı–Türkiye Tarihi 11: 1876’dan Günümüze Geceye Evrilen Demokrasi Şafakları.
Her iki kitabın başlığı bile, Osmanlı–Türkiye çizgisinde demokratikleşmenin neden kalıcı olamadığını ve bu iki tarihsel dönemin güçlü benzerliklerini ortaya koymaya yetiyor. Bilmez Hoca, Cumhuriyet’in kuruluş köklerine inerek “yanlış iliklenen ilk düğmenin” bugünlere uzanan sonuçlarıyla yüzleştiriyor bizi.
Türkiye’de demokratikleşememenin nedeni çoğu zaman darbeler ve ara rejimlerle açıklanır. Oysa Bilmez, bunun tersine, sorunun köklerde yattığını; siyasal yapının daha en baştan “hasta” temeller üzerine kurulduğunu savunuyor.
Osmanlı- Türkiye tarihinde altı kırılma noktası
İkinci kitapta 1876’dan günümüze uzanan altı temel dönüşüm noktasına odaklanılıyor. Her biri “demokratikleşme” iddiasıyla başlayıp otoriter rejimle sonuçlanan dönemler şöyle sıralanıyor:
1876’da sivil-askerî bürokrasi darbesi sonrası II. Abdülhamid denetiminde “partisiz demokrasi” dönemi;
1908’de İttihat ve Terakki darbesi sonrası yeniden şekillenen siyasal düzen;
1920’de Ankara’da kurulan ve İstanbul hükümetine alternatif olan “halk meclisi hükümeti” dönemi;
1946 ile 1950 arasında çok partili hayata geçiş süreci;
1960 askerî darbesi sonrasındaki sosyal devlet vurgulu Cumhuriyet dönemi;
2002’de AK Parti iktidarıyla, AB sürecinin de etkisiyle hızlanan “liberal demokrasi” dönemi.
Bu altı dönemin her birinde Anayasa, hukuk, siyasi partiler, bürokrasi ve sivil toplumun benzer biçimde ya süreç dışına itildiği ya da araçsallaştırıldığı vurgulanıyor.
Örneğin Mustafa Kemal Atatürk’ün Lozan sürecinde yaşanan anlaşmazlıklar gerekçe gösterilerek daha “uyumlu” bir Meclis oluşturmak amacıyla Başkomutanlık yetkilerinin önce geçici, sonra kalıcı hâle getirilmesi; yasamanın yürütmeyi denetleyemez duruma düşmesiyle ortaya çıkan yapı, 2016 darbe girişimi sonrasında benzer gerekçelerle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesi ve yetkilerin tek elde toplanmasıyla büyük benzerlik göstermektedir.
Bilmez Hoca bu durumu, 1923–1950 Kemalist rejimin mirasının bugün “neo-Kemalizm” biçiminde yeniden rağbet görmesi olarak değerlendiriyor ve birçok muhalifin “iki kötü arasında savrulduğunu” ifade ediyor.
İbrahim Hoca demokratikleşmenin temel koşulları olarak üç ölçüt öne sürüyor:
Birincisi, yukarıdan aşağıya değil aşağıdan yukarıya kurulan bir siyasal tahayyül;
ikincisi, kurumsal güvence altına alınmış bir özgürlük rejimi;
üçüncüsü ise demosun, yani halkın aktif ve bilinçli katılımı.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne karşı tutarlı ve sürdürülebilir bir muhalefet geliştirmek isteyenler için bu çalışma adeta bir kılavuz niteliğinde.
Cumhuriyet’in büyük ölçüde Osmanlı siyasal mirasının sürdürücüsü olduğu gerçeği bir kez daha gözler önüne seriliyor. Kültürel ve sosyal yaşamdaki etkileri tartışılabilir; ancak krizleri siyasal güç devşirme aracına dönüştürme alışkanlığının kesintisiz sürdüğü görülüyor. Dünyada kaç ülke, defalarca demokratikleşme iddiasıyla yola çıkıp her seferinde daha otoriter bir rejim kurmayı “başarabilmiştir”?
Geçmişle yüzleşememe bir hastalık hâline gelmiştir. Bilmez Hoca’nın ifadesiyle, “şafağın yeniden geceye dönmesi” tam da budur. Düşünmeye ve tartışmaya değer bir tespit.
Yazıyı başladığımız gibi bitirelim: Yeni sürecin gerçekten demokrasi ve barış sürecine dönüşebilmesi için hocanın işaret ettiği üç koşulun gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Aksi hâlde yapılan sadece zamana oynamak olur. Oysa tarihimiz, zamana oynamanın kazanmak değil, kaybetmek olduğunu defalarca göstermiştir.




























Yorum Yazın