Marmara’daki yaşamı kırıma uğratan kirlenme, oksijensizleşme durumundan söz etmek… Bunlar yalnızca ortaya çıkan sonuçlar. Evet, Marmara can çekişiyor. Bir zamanların çok sayıda canlı türünün yaşadığı bu müstesna özellikteki deniz ölüme doğru gidiyor.
5 Haziran Dünya Çevre Günü dolayısıyla.
Karşılaştığımız felaket iddia edildiği gibi yalnızca bir doğa kırımından ibaret değil.
Her felaketle birlikte bir değil iki defa kırım yaşanıyor, Marc Nichanian’ın işaret ettiği gibi. Yalnızca doğa değil, zihin dünyası da kırıma uğruyor.
Marmara’da “müsilaj” denen felaket ortaya çıkınca sanki sorun görülüyormuş gibi yapılıyor.
Tıpkı afetlerde binlerce insan öldükten sonra binaların çürük olduğunu ve fay hatlarının yerlerini öğrenmek gibi.
Felaketlerle karşılaşınca gerçeklerle karşılaşıyor gibi oluyoruz. Marmara Denizi’nin can çekiştiğini gösteren “müsilaj”dedikleri şey de öyle.
Tıpkı “cambazın numarası” gibi: “Marmara’ya bak, Marmara’ya… Ama sakın buraya bakma.”
Gösteri şiddete ve yasaklara dayanan bir sansür sisteminden çok daha etkili. Doğa kırımına, insan olan ve olmayanların zarar görmesine yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda onunla baş etme, mücadele etme imkanlarını da mağdurların elinden alıyor.
Bu gösteri dünyası içinde yer alan STK’ların çoğunun arkasında şirketler, kamu imtiyazlarını kullanan çıkar grupları var. Yayın kuruluşlarını da bu gösteri dünyası içinde kullanılmaya çoktan hazır.
Eğer çıkar grupları doğayı, müşterekleri rehin alıyorlarsa, onlar da zihin dünyasını alıyorlar ve felç ediyorlar.
Kırımcı politikaların sürdürülebilirliğini, alternatiflerin ortaya çıkmamasını sağlayan da zihin dünyasının gerçeklikle rehin alınması.
Hangisini istersiniz: STK kimliği kullanarak kendi şirketlerine iş sağlayanlar, müteahhitlerle birlikte uluslararası kuruluşlardan kredi alınmasını sağlayanlar, atıksu arıtma tesislerinin projelerinde görev alanlar… “Daha çok arıtma tesisi yapılsın, daha çok iş fırsatı ortaya çıksın” diyerek yalnızca kendi kamu yararı kavramlarını temsil ediyorlar.
Politikanın figüratif alana izole edilmesi, şehrin zihin dünyasının felç edilmesi ile eş anlamlı. Sorunları gösterirmiş yaparken gizliyor.
Gerçeklikle bu karşılaşma biçimi travmatik.
Toplulukların baş etmeyi öğrenmelerine değil, tam tersine daha da çaresiz hale gelmelerine yol açıyor. Bunlardan da birileri istifade ediyor. Gerçek dediğimiz şey tıpkı bir çöl gibi zihin dünyasını kurutuyor.
Politika böylece nesneleştirici, işaretsizleştirici bir işlev kazanıyor.
Arkasındaki işleyiş görünmez kılınıyor.
Hem vampirler gibi emdikleri kamu kaynaklarının keyfini sürüyorlar, hem de ortaya çıkan muazzam skandalı perdelemeyi başarıyorlar.
Bu nedenle milyarlarca dolar harcanarak inşa edilen arıtma tesislerinin neden hiç bir işe yaramadığı sorgulanamıyor. Atıksuları arıtmak için alınan milyarlarca doların nereye gittiği, su faturalarının neden katlandıkça katlandığı gözlerden uzak tutuluyor.
Marmara’daki yaşamı kırıma uğratan kirlenme, oksijensizleşme durumundan söz etmek… Bunlar yalnızca ortaya çıkan sonuçlar. Evet, Marmara can çekişiyor. Bir zamanların çok sayıda canlı türünün yaşadığı bu müstesna özellikteki deniz ölüme doğru gidiyor.
Peki o zaman Dünya Bankası’ndan Marmara’yı ve su havzalarını korumak için milyar dolarları bulan krediler neden alındı? O muazzam bütçelerle inşa edilen kolektörler, arıtma tesisleri ne işe yarıyor? Bir taraftan da denizde yaşayan canlıların kuluçka alanları, kıyılar inşaat molozları ile dolduruluyor.
İSKİ’nin faaliyet raporlarına bakarsanız Marmara çok yakında -eskisi gibi- pırıl pırıl olacak…
Bu projelerin şehir merkezindeki trafik sorunun çözmek için otoyol kavşakları yapmaktan hiçbir farkları yok. Ya da deprem riskine karşı -sağlam yapılara parası karşılığı çürük raporu verilerek- gerçekleştirilen “kentsel dönüşüm” uygulamaları örneğindeki gibi.
Piyasa aktörleri ile kol kola giren, kamu imkanları kariyer yapan STK’lar, uzmanlar, şirket temsilcileri… Projeleri çekmeceden çıkan şartnameler ile ihaleleri alan müteahhitler.
İstanbulluların gözleri nesneleştirici bir şiddetle kamaştırılıyor. Ama bu bilgilerin göz kamaştırıcı ışığının arkasındaki karanlıkta kalan şehrin ve suyun nasıl yönetildiği…
Bu arada İstanbulluların ödedikleri su faturaları katlandıkça katlanıyor.
Yönetiminde nedense STK’ların, bağımsız kuruluşların temsilcileri yok. Ama iş alan kuruluşların var.
Tıpkı koruma, ulaşım, afete hazırlık projelerinde olduğu gibi.
İstanbullulara söylenen ise şu: “Merak etmeyin, siz istediğiniz kadar kirletin. Yaşam çevrenizi istediğiniz kadar zehirleyin. Biz gerekeni yapıyoruz”.
Sanki şehrin zihin dünyası sekülerleşmeden, failler dahil edilmeden sorun çözülebilirmiş gibi.
İşte İstanbul halkı böyle aldatılıyor.

Yorum Yazın