Korku, insanlık tarihinin en eski yol arkadaşıdır. Bizi kimi zaman korur, kimi zaman ise esir eder kendine.
Tam da bu yüzden iktidarların elinde en güçlü silaha dönüşür. Çünkü korku güvenliğin temelini oluşturur. Güvenlik ise kimsenin sorgulamadan kabul ettiği, ekmek ve su kadar gerekli bir ihtiyaçtır.
Fakat işte tam burada başlar mesele: Bu ihtiyaç çoğu zaman gerçeğin değil, iktidarın kurduğu algının üzerine inşa edilir.
Ülkemizde bunun örneklerini defalarca gördük. Bir gün “dış mihraklar”, ertesi gün “terör”, başka bir gün “muhalif olan herkes”…
Tehditler değişir ama korku siyaseti hiç değişmez. Hep aynı cümleyle biter: “Ya biz, ya kaos.” Oysa “kaos” diye gösterilen şey, çoğu zaman sadece özgürlük ve adalet talebinin sesidir.
Uluslarası ilişkilerde güvenlik çalışmalarının bilinen ismi Barry Buzan güvenliği yalnızca askeri mesele olarak görmez; yoksulluk, doğa katliamı, toplumsal eşitsizlik de güvenliğin parçasıdır der. Ama bizde güvenlik, yalnızca iktidarın bekasıyla sınırlanır. Onun çıkarlarına ters düşen her şey, bir anda güvenlik tehdidine dönüşür.
Kadınların “yaşamak istiyoruz” çığlıkları bile “kutsal ailenin korunması” adına güvenlik tehdidine dönüşerek bastırılır.
Devlet kadını koruyamaz; kadın, haklarını korumak için sivil toplum örgütlerine sığınır. Bu örgütler büyüdükçe, kadınlar bağımsızlaştıkça devletin huzursuzluğu artar. Çünkü kadın örgütlülüğü, bağımlılıktan özgürlüğe giden yolu hatırlatır.
Kadın kendi haklarını savunmaya kalktığında, devletle karşı karşıya gelir. Kapatılan ve kapatılmak istenen kadın derneklerinde, fonları kesilen kadın örgütlerinde, ya da ‘‘aile değerleri’’ kisvesi altında verilen nutuklarda bu çatışma kendini gösterir.
Devlet, kadının kendi kaderini tayin etmesini tehdit olarak görür. Çünkü bu, yalnızca aile içindeki iktidar ilişkilerini değil, aynı zamanda devletin, kadını korunan, bağımlı, edilgen, bir özne olarak konumlandırma biçimini de sarsar.
Yani, bugün Türkiye’de, kadının kurtuluş mücadelesi, yalnızca şiddete karşı değil, aynı zamanda iktidarın inşa ettiği ‘‘makbul kadın’’ imajına karşı da verilir.
Kadının sesi kısılmak istenir ve onun adına konuşan, ona hükmeden bir devlet inşa edilir.
Siz hiç kadın hakları için mücadele eden bir derneğin, devletle eşit ortaklık içinde çalıştığını gördünüz mü? Aile Bakanlığı adı altında “kadın için” kurulduğu söylenen yapılar, hangi bağımsız kadın örgütüyle yan yana gelebilmiştir?
Bunun yerine kadını korumak isteyen kurumlar marjinalleştirilir, sözleşmeler feshedilir.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshi işte bu yüzden dönüm noktasıdır. Kadını korumak için değil, kadının sesini kısmak için atılmış bir adımdır.
İstanbul Sözleşmesi, kadını şiddetten koruyan bir metinken, yıllarca “aileyi tehdit eden” bir unsur gibi sunuldu. Gerçek tehdit ise her gün artan kadın cinayetlerindeydi. Kadınların yaşam hakkı yok sayılırken, kamuoyunun dikkati sahte bir gündeme yönlendirildi.
Güvenlik, kadının hayatını korumak değil, erkek egemen düzeni sürdürmek için kurgulandı.
Ole Wæver’in “güvenlikleştirme” teorisi iktidarların nasıl olup da istedikleri meseleleri bir anda varoluşsal tehditlere dönüştürdüğünü gösterir. Bir mesele güvenlik alanına taşındığında artık tartışma konusu olmaktan çıkar; olağan siyaset askıya alınır, olağanüstü tedbirler meşrulaştırılır. İşte tam da bu nedenle iktidarlar için güvenlikleştirme, en kullanışlı araçtır. Türkiye’de artık neredeyse her mesele bu kapsamda ele alınıp, iktidarın istediği şekilde sonuçlandırılmaktadır.
Bir konunun güvenlik meselesine dönüştürülmesi yalnızca tehdit tanımı üzerinden değil, aynı zamanda söylem gücü üzerinden işler. Yani iktidar ‘’bu mesele artık güvenlik sorunudur’’ dediğinde, toplumsal rıza bir şekilde devreye sokulur.
Tıpkı kadın meselesinde olduğu gibi ekonomik krizde de aynı durum görülebilir. Devletin yönetemediği ekonomik kriz bile “ekonomimize saldırı” olarak sunulur. Krizi yaratanlar, düşman üreterek sorumluluktan kaçar. Yoksulluk ve açlık görünmez olur. Halk açlığa bile rıza gösterir. Çünkü düşman hemen orada, daha kötüsünü yapmak için fırsat kollamaktadır.
Carl Schmitt’in dost–düşman ayrımı bizde günlük siyasetin rutini olmuştur. Her gün yeni bir düşman icat edilir. Dostlar da sürekli değişir, düşmanlar da. Bir gün tehdit ve düşman olarak seçtiğinle diğer gün aynı masada oturur, çözüm ortaklığına girilir. Aynı şeyi daha önce yapmaya çalışan, düşman ilan edilip, halkın gözünde canavara dönüştürülür. Bununla da yetinilmez. Yargı iktidarın sopası haline getirilerek, iktidarın ‘‘tehdit’’ olarak işaret ettikleri‘’terörist’' olarak yargılanır.
Ve medya… Noam Chomsky ile Edward Herman’ın “rıza imalatı” teorisi, bizde tek sesli basının günlük pratiğine dönüşmüştür. Halk direnişleri görmezden gelinir, çevre savunuculuğu kriminalize edilir, yoksulluk haberi yapılmaz. Ama ekranlardan sürekli tehdit pompalanır. Böylece toplum korkularıyla terbiye edilir.
Bunun en son örneğini ‘‘81ilde sığınak’’ haber başlığında gördük. Olası savaş tehdidine karşı yapılması kararlaştırılan sığınaklar, elbette olası savaş ihtimalinde en önemli eksikliğimiz değildi. Fakat mesele mevcut eksiklikleri gidermek, halkta korku yaratmadan çözüm üretmek de değildi. Mesele, tam olarak düşmanın varlığını ve koruyucu kahramanı hatırlatmaktır.
Gezi Parkı’nda özgürlük talebi “terör” diye yaftalandı. Kazdağları’nda doğayı savunmak “dış güçlerin oyunu” ilan edildi. Kürtlerin barış talebi yıllarca kriminalize edildi. Her ses, güvenlik kılıfıyla bastırıldı. İktidarın çıkarı bu sesi duymayı gerektirdiğinde ise en üst seviyede barış nidaları atıldı. Sürece yönelik ağzını açmaya kalkan herkes, her zaman olduğu gibi ‘‘hain’’ ilan edildi.
GERÇEK GÜVENLİK SORUNU
İktidar için güvenlik, kendi bekasıdır.
Oysa toplum için asıl güvenlik sorunu; adaletsizlik, güvensizlik ve liyakatsızlıktır.
Depremde yıkılan evin altında kalan için güvenlik, tank değil sağlam binadır.
Ülkede yaşayan genç birey için güvenlik, çalışarak girdiği sınavın eşit şartlarda yapılmış olması ve sonrasında adil bir şekilde iş imkanlarına sahip olabilmesidir.
Kadın için güvenlik, hayatta kalma hakkıdır.
Vatandaş için güvenlik, bağımsız mahkeme, eşit fırsat, adil düzen demektir.
Ama bu hakikatler yerine, topluma korku dayatılır.
Çünkü korku yönetilebilir. Özgürlük ve adalet talebi ise asla….
Ama tarih bize şunu gösterir: Korkuyla inşa edilen düzenler, en kırılgan olanlardır. Çünkü korku, bir gün onu üreten iktidarı da esir alır.
Bugün Türkiye’de asıl güvenlik sorunu sınırların dışında değil, hayatın tam ortasındadır.
Adaletin çürütülmesinde, liyakatin yok edilmesinde ve yurttaşın kendi devletine güvenini kaybetmesindedir.
Tüm bunlar düzelmeden güvenlikten bahsetmek sadece aklımızla alay etmektir.

Yorum Yazın