Geçtiğimiz haftaki yazımızda, Almanya’da yapılan bir araştırmanın sonuçlarını sizlerle paylaşmıştık. Bu hafta ise Almanya’daki gözlemlerimize kaldığımız yerden devam edelim.
Zohran Mamdani, yedi yaşında ailesiyle birlikte Uganda’dan Amerika’ya göç ettiğinde kimse onun bir gün New York’un Belediye Başkanı olacağını tahmin etmiyordu. Ama 25 yıl sonra bu şehir, tarihinin en büyük kültürel dönüşümlerinden birini yaşayarak, göçmen bir çocuğu kentin yönetimine taşıdı.
Bu seçim sadece Amerika’nın değil, Batı demokrasilerinin aynasına da bir işaret fişeği gibi düştü.
Amerikan Hikâyesi: Göçmenliğin Dönüştürücü Gücü
ABD’nin tarihsel kimliği göçle yoğrulmuştur. “E Pluribus Unum” — “Çokluktan Birlik” — sloganı, Amerikan siyasetinin temel DNA’sını oluşturur. Bu nedenle Zohran Mamdani’nin yükselişi, yalnızca bireysel bir başarı değil; sistemin dönüşebilirliğini, toplumun çeşitliliğe gösterdiği esnekliği kanıtlar.
ABD’nin kurumsal yapısı, göçmenleri ötekileştirmek yerine politik temsile dönüştürme refleksi geliştirmiştir. Bu refleks, demokrasinin kendini yenileme kapasitesinin de göstergesidir.
Alman Gerçeği: Altı On Yılın Sessizliği
Almanya’da ise durum bambaşka.
Yaklaşık 60 yıldır bu topraklarda yaşayan Türkler, Araplar, Balkan kökenliler ya da Doğu Avrupa’dan gelenler hâlâ “misafir işçi” yaftasından tam anlamıyla kurtulamadı. Üçüncü, dördüncü kuşak gençler artık Almanca düşünüyor, Alman okullarında okuyor, Alman kurumlarında çalışıyor — ama hâlâ toplumun merkezine tam anlamıyla kabul edilmiş değiller.
“Neden Berlin, Hamburg veya Köln’ün belediye başkanları göçmen kökenli olmasın?
Neden bir gün Almanya’nın Federal Başbakanı göçmen kökenli bir vatandaş olmasın?”
Bu sorular artık bir ütopya değil, sosyolojik bir zorunluluk haline geldi.
Sosyolojik Perspektif: Kimlikten Vatandaşlığa
Göç olgusu yalnızca demografik bir gerçek değil, aynı zamanda kimlik, aidiyet ve temsil meselesidir.
Almanya, uzun yıllar boyunca göçmenleri ekonomik bir ihtiyaç olarak gördü; ama toplumsal bir yatırım olarak göremedi.
Bugün artık yeni bir paradigma gerekiyor:
Göçmenler “entegrasyon nesneleri” değil, Almanya’nın geleceğini şekillendirecek özne vatandaşlardır.
Sosyolojik açıdan bakıldığında, Almanya’nın “Gastarbeiter” modeli tıkanmıştır. Yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç vardır:
• Kültürel çoğulculuğu kabullenmek,
• Siyasal temsil alanlarını genişletmek,
• Eğitim ve ekonomi politikalarında fırsat eşitliğini kalıcı kılmak.
Siyasal Vizyon Eksikliği: Almanya’nın Kaçırdığı Tren
Amerika göçü bir kaynak, İngiltere bir fırsat, Fransa bir kriz, Almanya ise hâlâ bir “risk” olarak okuyor.
Oysa Almanya’nın bugünkü sorunları — iş gücü açığı, yaşlanan nüfus, toplumsal kutuplaşma — tam da göçmen kuşakların enerjisiyle aşılabilecek meselelerdir. Berlin sokaklarındaki çeşitlilik, politik arenada hâlâ yansımıyor. Bu uçurum, yalnızca temsilde değil, demokratik tahayyülde de ciddi bir eksiklik yaratıyor.
Yeni Bir Alman Hikâyesi Mümkün
Eğer Almanya bir gün Zohran Mamdani’nin hikâyesi gibi bir hikâyeyi kendi topraklarında yazmayı başarabilirse, o zaman gerçek anlamda “birleşmiş” olur. Bu yalnızca göçmenler için değil, Almanya’nın kendisi için de kurtuluş olur — çünkü bir ulus, farklılıklarıyla barıştığı oranda özgürleşir.
Göç, artık bir tehdit değil; yeni bir medeniyet sözleşmesinin başlangıcıdır.
Almanya’nın yeniden bir hikâye yazma zamanı gelmiş, hatta çoktan geçmiştir.
O hikâyenin ilk cümlesi belki de şöyle başlamalı: “Bu ülke, hepimizin evi.”

























Yorum Yazın