"Gerçek inanan, sorgulamadığı için değil; sorgulamaya izin verilmediği için emindir."
Eric Hoffer
Bir kapıdan geçmeden, o kapıya inanmak mümkündür. Hatta bazen inanmak, kapının hiç açılmamasına bağlıdır. Kapı açıldığında odanın aslında bir merak mekanı değil, bir hesaplaşma alanı olduğu görülür; ama kapı açılmayınca, içeride ne olduğu da kimse tarafından teyit edilemez. İşte bu belirsizlik, sahte bir sükunet doğurur. Ve toplumlar bazen bu sükunetin içinde uyur, uyanmayı değil uykunun sürmesini tercih eder.
İnsanlar, ait olmadıkları yerlerde bulunmanın yalnızca fiziksel bir hata olduğunu sanırlar. Oysa yanlış yerde beklemek, bir anlık dikkatsizliğin ötesine geçince metodolojik bir ısrara dönüşür. Bir binada herkesin kullandığı katlar vardır: açık, aydınlık, seslerin çoğul olduğu katlar. Bu katlarda fikirler dolaşır, yol gösterir, karşı çıkar, karışır, itiraz eder. Burada her ses bir riski göze alır; çünkü karşısında başka sesler vardır. Fakat bir de herkesin erişmediği ara katlar bulunur; görünmeyen, konuşulmayan, ziyaret edilmeyen alanlar. Orada beklenen fikirlerin güvenli olma sebebi doğru olmaları değil, üzerine kimsenin soru düşmemiş olmasıdır. Bu katlarda karar vermek kolaydır, çünkü karşı çıkan yoktur. Ama kolay olan her zaman meşru değildir.
Işıksız bir mağarada olduğunuzu düşünün. Herkes duvarlardaki gölgeleri gerçek sanırken, biri zincirleri çözmeden mağaranın daha da derinine yürüdü. Işığın değil, karanlığın kesinlik taşıdığına inanıyordu; çünkü orada gözlemci yoktu, soru yoktu, yargı yoktu. Adımlar ilerledikçe gölgeler de kayboldu, yankı bile oluşmadı. Derinlik gerçeği değil, yalnızca denetlenmeyen yönelimin konforunu büyüttü. Orada hakikat değil, hakikatin yokluğunun verdiği yanıltıcı güven vardı. Mağaranın dibindeki steril karanlık hiçbir fikri doğrulamaz; sadece sorgunun hiç doğmamış olduğunu gösterir. İşte toplumun görmediği katlarda alınan kararlar da bu mağara gibidir: sorgulanmadıkları için değil, sorgulanamadıkları için güvenli görünürler.
Bir meydanı hayal edin: İnsanlar farklı yönlere giden yolları tartışıyorlar. Bir grup "kuzeye gidilir" diyor, diğeri "asıl doğuya yürümek gerekir" diye karşı çıkıyor. Tartışma bitmez, çünkü yönlerin meşruiyeti çoğul seslerin mücadelesidir. Burada itiraz, rotanın en sağlam haritasıdır. Ama bazen biri çıkar ve şöyle der: "Yön tartışmasına gerek yok, ben zaten yönümden eminim." Bu cümle tek başına bir rotanın kanıtı değildir; o rotayı denetleyen gözlerin yokluğunun itirafıdır. Çünkü sorgulamanın yasaklandığı yerde eminlik kolaydır, meşruiyet muğlaktır, itiraz yoksa rehber de yoktur ve yanlış kararın maliyeti görünmez olur. Toplum adına yürüyen, toplumun görmediği bir rotada ilerlerken, bu yürüyüşün topluma ait olduğunu iddia edebilir. Ama yolun sahibi yürüyen değil, o yolu onaylayan veya reddedebilen kalabalıktır. Kalabalık yoksa sahiplik de yoktur; geriye kalan sadece bir iddiadır.
Kalabalığın gürültüsü bazen yorucudur, ama varlığı bir sigortadır. Sessizlik ise bazen huzur gibi duyulur, ama çoğu zaman sadece kovulmuş soruların arta kalan yankısızlığıdır. Bir toplumun sessizliği, onayından değil soru sorma yetisinin elinden alınmasından kaynaklanabilir. Ve böyle bir sessizlik içinde alınan kararlar, kalabalığın iradesi değil, kalabalığın yokluğunun gölgesinde şekillenir.
Fikrin yanlış katta dolaşması, kararın yanlış katta alınmasından daha az tehlikelidir. Çünkü bir fikir yanlış yerde dolaşırsa duvara çarpar, düzeltilir, geri döner. Ama bir karar yanlış yerde alınırsa çarpacağı bir duvar bile bulamaz; toplumun içinden geçmediği için toplumun direnci, eleştirisi, reddi ile karşılaşmaz. Böylece o karar, sanki haklıymış gibi yoluna devam eder. Ta ki sonuçları ortaya çıkana kadar.
Toplumun görmediği kapılara yürümek, toplum adına yürümek değildir. Ama toplum adına yürüyormuş gibi anlatılınca, yolu anlatan değil, yolu denetlemesi gerekenler ortadan kaybolur. Meydanda tartışma yoksa meydan boştur; boş meydanda alınan karar ise bir toplumsal iradenin değil, bir bireysel ısrarın ürünüdür. Ve bu ısrar ne kadar güçlü görünürse görünsün, meşruiyetini toplumun rızasından değil, toplumun suskunluğundan alır.
Ve işte burada Eric Hoffer'ın sözü yeniden anlamını kurar: Bir fikre inanmak değil sorun, o fikrin sorgulanamaz sayılmasıdır. Bir rotanın doğruluğu değil mesele, o rotanın kimseye sorulmadan çizilmesine duyulan inancın normalleşmesidir. Çünkü gerçek güven sorgulanmış kararlardan, konuşulmuş kapılardan, yürünmüş ve tartışılmış yollardan, yanlışın görülmesine izin verilen haritalardan doğar.
Bir harita, üzerinde parmak izleri olmadığında steril görünür ama güvenilmezdir. Toplumun parmaklarının dokunmadığı bir harita, toplumun haritası değildir. Ve bu haritaya göre yürüyen, toplum için değil topluma rağmen yürümektedir. Böyle bir yürüyüşün varış noktası ise bir hedefe ulaşmak değil, bir hesaplaşmayla karşılaşmaktır.
Kısaca: Bir rota, kalabalığın içinden geçtiği için doğru olmaz; ama kalabalığın içinden geçmiyorsa hatalı olduğu anlaşılabilir bile olmaz. Çünkü demokrasinin temeli şu basit gerçekte yatar: Kimse, gittiği yerin toplumun yolu olduğunu iddia edemez; ancak toplum, gidilen yere razı olduğunu söyleyebilir. Ve rıza yoksa yol da yoktur. Geriye kalan sadece bir zorlama, bir dayatma, bir yanılsamadır.

























Yorum Yazın