Polisiye benim tutkunu olduğum bir janr değildir ama bazı eleştirmenler gibi onu edebiyat dışında da kabul etmem, “iyi polisiye iyi edebiyattır,” diye düşünürüm.
Polisiye denince de aklıma evvela ismi en az yazar kadar tanıdık olan bir dedektif geliyor; Sherlock Holmes, Hercule Poirot, Gereon Rath, Komiser Haritos… bizde en meşhurları herhalde Cingöz Recai ile Başkomser Nevzat’tır.
Geçen ay, üst üste iki romanını okuduğum Dimitris Mamaloukas bu yazarlardan bu yönüyle ayrılıyor, en azından benim okuduğum iki kitabında da başrolde bir dedektif yok -diğer kitaplarında varsa da ben bilmiyorum.
Mamaloukas’ın ilk okuduğum polisiyesi Stephen King Gibi Öldürmek’ti, adı hayli ilginç bu romanın Yunanistan’da çeşitli ödüller de kazandığını öğrenince merak ettim.
Mamaloukas bu polisiyede gerilimi düşük tutmuş, bunu bilerek yaptığını tahmin ediyorum çünkü romanı “Stephen King evreninde” geçirmeye karar vermiş.
Bazılarını yakaladım ama eminim ki gözden kaçırdığım daha onlarca Stephen King göndermesi vardı.
Tabii romanı başka bir yazar tarafından daha önce kurgulanmış bir evrende geçirmeye karar verince önünüzde iki yol oluyor; ya anlayan anlar deyip içinizden geldiği gibi yazacaksanız ya da sürekli göndermelerin hangi roman ya da film uyarlamalarına atıfta bulunduğunu vurgulayacaksınız.
Mamaloukas pek çok yerde ikinci yolu seçmiş, bunun edebi açıdan iyi bir şey olduğunu söylemek güçse de benim gibi o evrene yazar kadar aşina olmayan okur için bir kolaylık sağladığı aşikar.
Stephen King Gibi Öldürmek, adından da anlaşılacağı gibi yazara hayran bir avuç arkadaşın, bunların ortak noktası hepsinin hayranı oldukları Stephen King’in sıkı birer koleksiyoneri de olmaları, başından geçen bir macerayı konu alıyor.
Mamaloukas edebiyatta çok sık rastlanmayan bir şey yaparak romanını aşina olduğu bir şehirde değil de Amerika’da geçirmiş.
Bu tercihin Stephen King’e bir saygı duruşu olduğu kanaatindeyim.
Amerika’da başlayan roman İskoçya’da son buluyor.
Stephen King hayranlarının, yazarın tabiriyle “Kingmani”ye tutulanların, bu romandaki göndermeleri fark ederek çok daha keyif alabileceklerini düşünüyorum.
İtalya’da felsefe öğrenimi gören ve İtalyanca’dan Yunancaya çevirmenlik de yapan Dimitris Mamaloukas, okuduğum ikinci romanı olan Kızıl Tugaylar’ın Gizli Örgütü’nde de bizi Yunanistan’a götürmek yerine -yine çok iyi bildiği- İtalya’da dolaştırıyor.
Milano, Roma ve Floransa üçgeninde geçen romanda kullandığı bir şablon özellikle dikkatimi çekti.
Romanın başından son sayfasına kadar sürekli güncellenen bir liste hazırlamış.
Mamaloukas burada sol içi bir hesaplaşmayı romanın konusu olarak ele alıyor.
İtalyan komünistlerinin yetmişlerdeki silahlı bir eylemini görüyoruz.
Daha sonra bugüne -2007’ye, yayımlanışı 2016- gelen roman, bir sol örgütün içine sızan ve aslında istihbarata çalışan muhbirlere ışık tutuyor, gerçeklerin, gazetelerin yazdıklarından ne kadar farklı olabileceğine yöneliyor.
Mamaloukas romanın başında fabrikatör De Santis’in öldürüldüğü eylemi planlayan ve uygulayan gizli “Francesco Larosso” örgütünün kimlerden oluştuğunu bilmediğini söylüyor.
Bu kişileri roman ilerledikçe öğreniyoruz.
Öğrendikçe de listeye işliyor.
Böylece ilk bölümde, gizli örgütün yedi üyesinden sadece eylemde ölen ikisinin adını biliyorken sonlara geldiğimizde bütün yapıyı ve kişileri çözümlemiş oluyoruz.
Otuz sene önceki eylemle bugünün olayları birbirine bağlanıyor.
Mamaloukas roman boyunca sık sık, aklımıza hemen Kurosawa’nın Rashomon’unu getiren şekilde, yedi kişinin aynı olayı sekiz farklı şekilde anlatacağını söylüyor, ancak sekizinci anlatının gerçeğe en yakını olduğunu vurgulayarak.
Mamaloukas’ın iki romanı da polisiyenin bilindik şablonlarını yinelemekten kaçınıyor.
























Yorum Yazın