Türkiye’de ne zaman terörün sonlandırılması süreci gündeme gelse, İspanyol deneyimi çerçevesinde görüşüme başvurulageliyor. Bunu yadırgamıyorum. 90’lı yıllardadönemin Başbakanı Tansu Çiller’in 10 Ekim 1993’te Viyana’da İspanyol mevkidaşı Felipe González ile görüşmesinden sonra “İspanyol modelini inceleyeceğiz” açıklamasını yapmasından bu yana, İspanya terörle mücadelede referans aldığımız ülkelerden biri olduğu için. Ayrıca bu açıklama nedeniyle görevli olduğum Madrid Büyükelçiliğimizde resmi makamlardan ve medyadan gelen soruları yanıtlayabilmek amacıyla tarihsel ve anayasal boyutuyla derinlemesine incelediğim bu konudamerkeze döndüğümde ilk kitabımı yayınladığımdan ötürü.O dönemde Ankara’da AB’ne tam üyelik süreci bağlamında Kopenhag siyasi kriterlerini karşılamak amacıyla yürütülen anayasal ve yasal reform çalışmalarının bürokratik ayağında görevli olduğum için Türkiye’nin bir gün İspanya gibi öncelikle demokratik hukuk devleti, sonra AB üyesi olabileceğini düşünüyordum. Yanılmışım.
İspanya o dönemde ETA terörünü daha sonlandıramamıştı. Ama karşı terör örgütü GAL (Grupos Antiterroristas de Liberación) gibi yanlışlıkları geride bırakmış ve ETA’yı büyük oranda kontrol altına almıştı. Bunda ETA’nın siyasi kolu dışında kalan tüm siyasi partileri çözüm hususunda bir araya getiren Ajuria Enea gibi önemli bir anlaşmanın rolü vardı. Bu anlaşmanın temeli kademeli bir demokratikleşme sürecini (transición democrática) taçlandıran 1978 Anayasası’na bağlılıktı. Bu anayasa, şiddet ve teröre başvurulmaması koşuluyla ayrılıkçılık dahil her türlü siyasetin serbestçe yapılmasının önünü açıyordu. Bu da AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) içtihatlarına tümüyle uygundu. Demokratik bir toplumda anayasaya aykırı olanlar dahil her türlü düşüncenin ifadesi ve örgütlenmesi mümkün olmalıydı. Peki bu serbestiyet, özelde İspanya’nın, genelde bir ülkenin bölünmesi sonucunu doğurmaz mıydı?
Özerklikler devletine (Estado autonómico) dayanan 1978 Anayasası, kendilerini milliyet (nacionalidad) olarak tanımlayan özellikle Bask Ülkesi ve Katalunya bakımından ortaya çıkan ayrılıkçı politikalara karşıİspanya’nın bölünmezliğini de sağlıyor. Bir kere, bu iki özerk topluluk ayrılmayı benimseyecek olursa, Bask Ülkesi’nde İbarretche’nin yaptığı gibi, konu tüm İspanya’nın temsilcilerinin bulunduğu Temsilciler Meclisi’ne geliyor. Ayrılma kararının bu Meclis’ten geçmesi gerekiyor ki bu, bugün ve yakın gelecekte imkânsız. Ayrıca 78 Anayasası özerk topluluklara referandum hakkı tanımıyor. Bu hak merkezi hükümetin inisiyatifi ile Devlet Başkanı’na ait. Anayasa Mahkemesi’nin içtihadına göre, herhangi bir özerk topluluğun İspanya’dan ayrılması için ülke bütününde bir referandum yapılması şart. Gerekçesi, bir özerk topluluğun İspanya’dan ayrılmasının sadece o topluluk halkını değil, tüm İspanyol halkını ilgilendiriyor olması.Dolayısıyla İspanya gibi özerklikler devletinde bile AİHM içtihadına uygun bir ifade ve örgütlenme özgürlüğünün ülkenin bölünmesi sonucunu doğurması neredeyse imkânsız.
Komisyon’un görevi
“Süreç veya Çözüm Komisyonu” başlıklı yazımda, Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nu kastederek ,“Türkiye’de bu aşamada bir komisyon kurulması ihtiyacı doğmuşsa, bunun tam olarak evrensel ölçütlere uygun bir demokratik hukuk devleti olamadığımızın somut bir göstergesi” olduğunun altını çizmiştim. Kabul etmek gerekir ki ülkemizde ifade ve örgütlenme özgürlüğü AİHM standartlarına uygun değil. Atıf yaptığım yazımda bu bağlamda, Anayasa’nın siyasi partilerle ilgili 68 ve 69. maddeleri ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun AİHM içtihatlarına uygun olmadığına, bu nedenle bugüne kadar Refah Partisi ile ilgili olan hariç kapatılan siyasi partilerin başvurularınınStrasbourg Mahkemesince kabul edildiğine işaret etmiştim. AİHM’in Batasuna kararının bu nedenle kimilerince iddia olunduğu gibi çifte standart olmadığının altını çizmiştim.
İspanya ETA terör örgütüyle silah bırakması ve kendisini feshetmesiyle ilgili olarak istihbarat örgütü üzerinden diyaloga girdiğinde, yukarıda belirttiğim gibi eksiksiz bir demokratik hukuk devletiydi. Çünkü bu diyalogda amaç, atıfta bulunduğum yazımda altını çizdiğim gibi, “siyasi talepler üzerinde tartışma yapmak değildir. Aksi takdirde, örgüte silah bıraktırmanın karşılığı siyasi ödün vermek olur ki bu da devletlerin arzu etmediği bir sonuçtur.” Dolayısıyla Komisyon’un, hatta Komisyon’un değil TBMM’nin temel görevi öncelikle gerekli düzenlemeleri yaparak Türkiye’yi AİHM içtihatlarına uygun demokratik hukuk devletine dönüştürmek olmalıydı. Elbette bazı anayasa değişiklikleri de gerekebilir ama her şeyden önce yapılması gereken mevcut anayasanın uygulanmasını sağlamak olmalı ki bunu hayatımda ilk kez görüyorum. Anayasalar eğer uygulanmayabilecekse neden yapılır anlamakta güçlük çekiyorum. Bugün Anayasa’nın uygulanmayan maddelerini yinelemek istemiyorum. Hukukçu olmak bir yana hukuk nosyonu olan herkesin gördüğü bir şey bu.
İmralı’ya gitmek veya gitmemek
Bugün geldiğimiz noktada Komisyon’daki siyasi partilerin Öcalan’la görüşmek üzere İmralı’ya gidip gitmemesi tartışılıyor. MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli bu konuda “gerekirse ben giderim” diyerek ağırlığını koymuş bulunuyor. Sürece başından beri karşı çıkan siyasi partiler olduğu gibi, Komisyon’a üye verip gitmek istemeyenler de var. İsteyen siyasi partiler Öcalan’la görüşecek Komisyon heyetine üye verebilir ama çözümün yolu bu mu o konuda kuşkuluyum. Çünkü Öcalan sonuçta herkesin yapılması gerektiğini bildiği yukarıda ana hatlarıyla belirttiğim reformlarla ilgili bazı siyasi taleplerde bulunabilir. İstenen bu mudur pek anlamış değilim.
Sayın Bahçeli’nin geçen hafta AİHM’in son hak ihlalikararı ardından HDP eski eş Başkanı Selahattin Demirtaş hakkında yaptığı “ tahliyesi hayırlara vesile olacaktır”çıkışının ardından MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız da hâkim ve savcılara çağrıda bulundu. “Tutuklunun AİHM kararı doğrultusunda ihlalin kaldırılmasına yönelik verdiği dilekçelerin makul süre içerisinde incelenerek karar kurulması gerekir. Buradaki makul süre keyfi süre değildir” dedi. Bu durumda başka bir seçeneğin de olmadığını vurguladı. AİHM’in 35 yıldır tanıdığımız zorunlu yargı yetkisi hususunda Anayasa’nınilgili maddesi de -nasıl oluyorsa- Türkiye’de bir süredir uygulanmayan maddelerden biri.
MHP cenahından gelen bu uyarı elbette değerli ama AİHM kararlarının uygulanması selektif olmamalı. Strasbourg Mahkemesi’nin tüm kararları için bu uyarının geçerli olması gerekir. Bir demokrat olarak öyle olacağını umuyorum. Sonuç itibariyle anayasa maddeleri de selektif olarak değil tümüyle uygulanmak zorunda. Anayasa’nın sürekli yinelediğim 11. maddesi son derece açık: “ anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.”
Komisyon’un İmralı ziyaretine dönecek olursak, Komisyon’un İmralı heyetine siyasi partilerin üye verip vermemesinin siyasi nedenlerle, üye veren süreci destekliyor veya vermeyen desteklemiyor gibi bir değerlendirme yapılmasına elvereceğini sanmıyorum. Seçilmişlerin Öcalan’la görüşmesi çözüm demek değil çünkü. Sürece ne kadar katkıda bulunabilir bilemiyorum,derinlemesine incelediğim İspanya örneğinde böyle bir şey yok çünkü.
Öcalan’ın bu sürece en büyük katkısı, çağrısının PYD/YPG’yi de kapsaması olabilirdi. Ama arkasında ABD – İsrail ikilisinin bulunduğu bu gruba söz geçirmesi kolay değildi. Kabul etmek gerekir ki Türkiye’nin terörü sonlandırmada gecikmiş olmasının sonucu bu ne yazık ki.






















Yorum Yazın