İnsanlık sahte bilimin bilimin yerini aldığı zihinsel bir felç dönemi geçiriyor. Bu yeni gerçeklikte büyük deprem diye bir olasılık yok. Aşılar biyolojik bir silah. Ayrıca dünyada ısınmıyor. Küresel ısınma büyük bir yalan. Peki, bu koşullar altında bilim insanlığı kurtarabilir mi? Kelimenin dar anlamıyla pozitivist bir bilim yok artık. Uzmanların bilgisi kitlelerin duyguları, duyumları ve beklentileri ölçüsünde değerli.
Post-Truth hakikatin yerini duygu, kanaat ve önyargıların aldığı bir dünyayı resmeder. Post-truth çağında kanıtlar sunarak kimseyi ikna etmek zorunda değilsiniz. Uzmanlık bilgisi, akıl ve meslek ahlakı hızla aşınmakta. İnsanlar gerçekliğe sırt çevirip dijital gerçekliğe sığınıyorlar. Sosyal medya ise bir doğa durumu aslında. Herkes çok nobran, kaba ve acımasız. Kimse kimseye saygı duymuyor. Post-modernizmin her türlü özü, ölçütü, aklı ve evrenselliği sorgulayan sofist yıkıcılığı olmasa ihtimal ki post-truth diye bir şey de olmayacaktı.
Tabii bir de komplo teorileri ve popülizm var. Popülistler bu çağın demagogları. Sürekli bir şekilde yalan söylüyorlar. Üstelik geçmişten farklı olarak yalan ve manipülasyon iyi bir amacın arkasına da saklanmıyor. Trump’un her türlü ilkeyi önemsizleştiren vahşiliği popülizmle faşizm arasındaki ince sınırı daha da belirsiz hale getirdi. Komplo teorileri ise hiç olmadığı kadar yaygın. Bilim, sanat ve felsefeden uzaklaşan insanlar 150-200 kelimelik iletiler veya içeriği abartılmış videolarda açlıklarını gideriyor. Öznenin niteliksizleştiği, herkesin ve her şeyin nesne haline geldiğini söylememe bile gerek yok.
Kısacası nereden bakarsak bakalım berbat bir dünyada yaşıyoruz. Cehalet sadece eğitimsizlerin değil, eğitimli insanların da en temel özelliği. Dürtü ve heyecanlar aklın yerini aldığı için en kaba veya en vurdumduymaz insanlar genellikle çekim merkezi. Saçma olan teori katına çıktığı bu dünyada zırvalamak serbest. Ne yaparsanız yapın kendinizi rezil edemiyorsunuz. Çünkü kanıtlara, mantığa ve diyalektiğe dayanan düşünme tarzı kitleler için antropolojik veya arkeolojik bir şey. Bugünle bir ilgisi yok, sadece uzak geçmişi hatırlatıyor.
Post-truth koşullarında biliminin rolü ve niteliğinde ciddi bir kırılma oldu. Bilimsel bilgi, daha doğrusu uzmanlık bilgisi eskisi kadar saygın ve tartışılmaz değil. Bilim insanların ciddiye alınması onların ciddi şeyler söylemesi veya akademik kimliklerinden çok dijital mecralardaki görünürlükleri ile ilgili. Televizyona daha fazla çıkan, sosyal medyada daha çok takip edilen kişiler kendiliğinden bir şekilde öndeler. Son İstanbul depremi nedeniyle ise dijital akademisyenlerin sıralamasında ciddi bir değişiklik oldu.
Şener Üşümezsoy’ın İstanbul depremi ile ilgili doğru tahmin yaptığı, söylediklerinin olgularla kanıtlandığına dair söylenti bir anda medya yıldızı iki akademisyeni, yani Naci Görür ve Celal Şengör’ü boşa çıkardı. Tabii Üşümezsoy’la bu ikili arasında yüksek düzeyde rekabet ve kıskançlık içeren de kişisel bir sürtüşme olduğunu fark etmemek mümkün değil. Ayrıca Üşümezsoy’un birden popülerleşmesi sadece son deprem bakımından tutan tahminle ilgili değil. Post-truth insanların kanıtları önemsemediği, duygularla hareket ettiği, sadece duymak istediği şeyleri duyduğu bir dünyayı anlatır.
Üşümezsoy insanlara ihtiyacı olan şeyi vermesi bakımından post-truthun ruhunu oldukça başarılı bir şekilde temsil ediyor. Şener hoca özetle büyük deprem beklentisinin bilimsel olmadığını söylemekte. Görür ile Şengör’e göreyse kırılmamış devasa bir fay var. İstanbul er ya da geç büyük bir depremle sarsılacak. Deprem olmayacak diyen bilim insanların halkı rahatlattığı ve ek tedbir alma sorumluluğunu onların üzerinden aldığı açıkça ortada. Görür ve Şengör ise korku, tedbir ve zorunluluğa dayalı bir dil kullanıyor. Bilimsel şöhretleri ne olursa olsun çok kolay bir şekilde gözden düşmeleri ve bir olayda hedef tahtasına konmaları bu nedenle tesadüfi değil.
Post-Truth koşullarında yapılan bilimin ne kadar da tartışılır hale geldiğinin bir diğer örneği covid aşıları meselesi. Volkan Konak’ın kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmesi her şeyi tekrar alevlendirdi. Covid insanlığı kasıp kavururken hatırı sayılı kadar kişi bu virüsün laboratuvar ortamında üretilen biyolojik bir silah olduğunu düşünüyordu.
Pek çok sağ popülist siyasetçinin dahil olduğu epey sayıda insan için ise aslında covid diye ayrıca bir virüs yoktu. İnsanlar ağır bir grip geçirmekteydi. Grip dahil olmak üzere kış hastalıklarının insanlığa verdiği zararın yerini covid almıştı. Kurgulanmış bir gerçeklik olarak covid ilaç endüstrisi için bulunmaz bir fırsattı. Korkudan deliye dönen kitleler çılgın gibi ilaç, aşı ve temizlik maddesi satın aldı. Panik havası devletler için de söz konusuydu. Sözde salgını önlemek için sivil topluma müdahale edildi, ekonomik hayat kısıtlandı ve ilaç şirketlerine devasa fonlar aktarıldı.
Covid sönümlense de aşılara dair söylentiler hiç bitmedi. Tıpkı virüsün kendisi gibi aşıların da biyolojik silah olduğu iddia edildi. Aşılanan herkesin DNA’sı bu yolla değiştirilmişti. Aşı karşıtı kampanyanın bir diğer versiyonu yan etkilere yönelikti. Aşının kalp krizi ve beyin kanamasını tetiklediği savı genel geçer bir komplo teorisine dönüştü. Covid tartışması bu yargı ve önyargı yığınına atıfla ve özellikle kamuoyuna mal olmuş önemli şahsiyetlerin ani ölümleri sonrasında post-truthçu bir zihniyetle kendini yeniliyor. Rakamlar ve bilimsel gerçekler kimsenin umurunda değil, halk sadece duymak istediği şeyleri duymakta.
Sonuç olarak, insanlık sahte bilimin bilimin yerini aldığı zihinsel bir felç dönemi geçiriyor. Bu yeni gerçeklikte büyük deprem diye bir olasılık yok. Aşılar biyolojik bir silah. Ayrıca dünyada ısınmıyor. Küresel ısınma büyük bir yalan. Peki, bu koşullar altında bilim insanlığı kurtarabilir mi? Kelimenin dar anlamıyla pozitivist bir bilim yok artık. Uzmanların bilgisi kitlelerin duyguları, duyumları ve beklentileri ölçüsünde değerli.

Yorum Yazın