İçeriden duvarları adeta ısırılarak tüketilen ama yerine daha büyük bir hologram konan bir devlet, bizleri iktidarını kısıtlamak zorunda bırakıyor. Asıl çatışmayı iktidar ve iktidarı kısıtlayan bir direniş eksenine alamazsak, pratik ihtiyaçlarımıza çözüm üretemeyeceğiz, o ihtiyaçları unutup tüketeceğimiz başka bir sahne önümüze konulacak.
Devlet neden bu kadar kırılgan gözüküyor? Devlet neden toplumu disipline edemiyor fakat aynı zamanda çok güçlü gözüküyor? “Devletin kapasitesi Türkiye’de yetersiz değil. Devlet tüketiliyor.” Bunu Yeni Arayış’ta Reklam Devleti başlıklı yazımda yazmıştım. Şimdi bu yazıda, devletin disipline edici özelliğinin kaybolmasının arkasındaki mantığı ve devletin büründüğü rolü anlatacağım.
Problem Ne?
Devlet tüketiliyor, ancak devlet tüketilerek yok olabilecek bir şey değil; çünkü devlet zaten güçlü bir inşa, meşruiyet dediğimiz mefhuma bağlı olan güçlü bir ilişkiler bütünü. Devlet doğadan gelen, fiziken kendi kendine var olan bir şey değil. Çağlar boyu meşrulaştırılmış, pratik ihtiyaçlara çözüm olarak üretilmiş ve şiddetin manasını değiştirmiş bir iktidar merkezi. Devletin tükenmesinden kastım o yüzden devletin bitmesi değil, modern devlet anlayışının bitmesi, bu anlayışın pratiklerinin şekil ve maksat değiştirmesi demek oluyor. Buradan da meydana gelen bir Reklam Devleti (alternatif olarak ekran devleti, gösteri devleti gibi isimler kullanılabilir). Örneğin, e-devlet: Devlet vatandaşına hizmet götürüyor ancak bunu bir telefon uygulamasının tüketicisine götürdüğü şekilde yapıyor. Modern Devlet’in aksine Hükümranlık usülü haraç da kesiyor, örneğin artan vergiler, iletişim ve yurtdışı çıkış harç pulları. Devlet bir yandan vatandaşını serbest de bırakıyor, güvenlikle tüketim özgürlüğünü takas ediyor: İmar afları, kaçak yapılaşma, kuralların arkasından dolaşılmasının belli bir raddeye kadar soruşturulmaması. Devlet bir yandan vatandaşlarını yüksek gözetim altında da tutuyor: Şafak operasyonları. Ancak tam olarak parti siyasetinde bir tarafa ait olmayan konularda devlet disiplinini göremiyorsunuz. Bu da en çok kolluk kuvvetlerinin çözdüğü ve çözemediği vakalarda belli oluyor. Gösteri ön planda, ancak gösterinin maksadı hizaya getirmek değil, çatışma ve devletin büyüklüğünü yeniden yaratmak.
Problem, devletin kapasitesi olmasına karşın bu kapasitenin Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle birlikte bazı alanlarda uygulanıp bazı alanlarda bazı performansları ödüllendirmek ve bazı aktörlerle çatışmak adına kullanılması. Dahası, bu çatışma yaratılırken düzenli olarak bir gerçeklik inşası görüyoruz, devletin son derece büyük olduğu reklamı yapılıyor. CB sisteminde, tüm bürokrasi, yani tüm veri ve kararların Erdoğan’dan geçtiğini biliyoruz. Dolayısıyla atılan tüm büyük adımlardan da yasal olarak o sorumlu, CB’yi şemanın en tepesine koyuyoruz. Modern devlet bir piramit şeklinde ve farklı ayaklarla durması gerekirken, Türkiye’de durum farklı ayaklarla duran bir devlete benzemiyor. Duvarları içeriden yenilmiş, ancak içeriden dışarıya yansıtılan büyük bir hologramla devlet olduğundan da büyük gözüküyor. Devletin üstü zaten ulaşılamaz olduğu için, insanlar bu ulaşılamaz yüce varlığın fiziken uğradığı zararı da kestiremiyor. Yani demokrasiyle yönetilen bir modern devleti Antik Yunan tapınağının girişine benzetirken, Türkiye’deki devlet şu anda bir Çin Tapınağı’nı andırıyor. Türkiye 1980 darbesiyle disipline edici pratiklerin devlet tekelinde ve depolitizasyon adına kullanımında zirvesini yaşamıştı, 2000’lere gelindiğindeyse artık iktidar pratikleri değişmiş, kanuna dayalı istisna belirleme hâli agonal, yani kahramanca sahne performansına ve çatışmacılığa dayalı bir hâl aldı.[1]
Modern devlet öznelerini disipline edici (efektif, gözetleyen, maksada yönelik, organize ancak hesap sorulabilir bir şekilde) iktidar pratikleriyle şekillendirir. Erdoğan iktidarında ise disipline edici mekanizmalarla modern-öncesi sultanistik (ya da hükümranlık) mekanizmaları birbirine karışmış durumda. Fakat bu bir gericilikten ziyade, modernliğin kırılması şeklinde; çünkü bunu yapan araçlar ve halkın talepleri tüketim kültürünün hızına, mantığına ve taleplerine uygun bir şekilde ilerliyor. Bu, pek çok açıdan post-modern bir durum.,
Devlet güçlü, olduğundan yeterli gözüküyor, sopası sert iniyor, ancak sosyal fonksiyonları yerine getirmek için sert değil, kurallara bağlı değil, hesap sorulabilir değil; sosyal fonksiyonları yerine getirmede, normları içselleştirmede oldukça yetersiz.
Kapasite:
Görkemli kutlamalar, görünürlüğü artan dış siyaset, küresel ilişkilerde görünürlüğü artan Türkiye, Suriye’de galibiyet pozları, artan tüketim kültürü, devlet binalarındaki parlaklığın artışı, saray inşaatı, Türkiye’nin kendi otomobilini üretmesi, hızlanan bürokrasi, artan vergiler, artan polis sayısı, artan polis gözetimi, azalan terör saldırıları çözüm süreci sahnelemeleri, yükselen savunma sanayi teknolojisi, devletin sınır güvenliğini sağlayabilmesi…
Kontrolün sağlanmadığı noktalar: Kadın cinayetleri, sahte diploma krizleri, ehliyet sınavı usulsüzlükleri, lise giriş sınavında soruların çalınması skandalı, standardı olmayan devlet şiddeti, hukuksuz yargılamalar, emniyet güçlerinin tutukladığı insanları video görüntülerle içeri alması, sızan e-devlet verileri, söndürülemeyen orman yangınları, sabah gün doğmadan işe ve okula giden insanlar, pasaportumuzun git gide yiten değeri…
Türkiye’nin çok kısa bir fotoğrafını çektiğinizde, karşınızda bu ikircikli sahne kalıyor. Çok büyük, âli bir devletin içerisine girdiğinizde aynı masada oturup sohbet edemeyeceğiniz insanların önemli görevlerde olduğunu görüp hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Bazı görevlerdeki insanların ise ne kadar çalıştığını bildiğiniz insanlar olduğunu da göreceksiniz. Dolayısıyla ana sorunumuz liyakat ya da liyakatli insan bulamamak değil. Devlet bazı liyakatli insanları koopt ediyor, bazılarını da kalifiye insana ihtiyaç duyduğu için kadroya alıyor, kadroya aldıklarını da kendi patronaj sistemine dahil ediyor. Bazılarına da hiç dokunmuyor. Bazı pratiklerin yerine getirilmesi kadrolara giren kalifiye insanların kendi tercihine kalmış. Çünkü devlet esasen kimseyi zorlamıyor, bu tip zorlama hükümranlık sisteminde mümkün olurdu. Devlet, eğer bu tip bir patronaj ilişkisine girerseniz sizi bunu meşrulaştırmak zorunda bırakıyor, size bunu arzulattırıyor. Bu bakımından daha post-modern, daha tehlikeli. Bunu yaparken de belli kodlar kullanılıyor: 2000’lerde Cemaatçilik, 2010’ların ilk yarısında Post-Kemalizm, Yeni Osmanlıcılık, ikinci yarısında buna eklenen Milliyetçilik, 2020’lerde Erdoğancılık. Bunların karşı kodları da karşı mahalleyi ya da habitusu yaratıyor. Sekülerlik, Anti-Erdoğancılık, amaçsız batıcılık vb.
Reklam Devleti’nin marka icraatları Antalya Diplomasi Forumu, İletişim Başkanlığı, TOGG, Savunma Sanayisi forumları. Antalya Diplomasi Forumu’nda hariciyenin çalışkanlığını görüp umutlanacaksınız belki, ancak orman yangınları söndürülemeyecek, enkaz altından insanlar kurtarılamayacak. Dahası, devlet vatandaşlarına -popülist siyasetin varsayımlarına uygun bir şekilde- disiplinsizce davranma özgürlüğü verdiği için imar affının sonucunda enkaz altına kalmaya devam edeceğiz. Bazı kimlik grupları veya semboller bir kod olarak kullanılacak, bu sembollerin önerdiği siyasetin pratik-çözüm sunan efektleri olmayacak: Osmanlıcılık, ülkücülük, ümmetçilik.
Devlet güçlü[2], olduğundan yeterli gözüküyor, sopası sert iniyor, ancak sosyal fonksiyonları yerine getirmek için sert değil, kurallara bağlı değil, hesap sorulabilir değil; sosyal fonksiyonları yerine getirmede, normları içselleştirmede oldukça yetersiz.
Aşağıdaki görselde devletin işletim şeklinin şemasını görüyoruz:
Şemadaki yatay çizgiler birer kademeyi ifade ediyor, tepeye ne kadar yakınsanız sayınız o kadar az demektir, ancak o noktada elde etmeniz ve idarenizde olması gereken kaynaklar o kadar artıyor. Bu durum size görünürlük kontrolü de sağlıyor: Tepeye yakın bazı aktörlerin çok görünür olduğunu, kimisinin de ısrarla görünmez olduğunu fark edersiniz. Örneğin Cengiz Holding’in yöneticileri kamusal görünürlüğü olan insanlar değiller; lakin Bilal Erdoğan, Selçuk Bayraktar, bunlar kamusal görünürlük elde etmeye çalışan aktörler.
Alttaki daire, devletin belli ölçülerde daha alt kademe, orta-altı sınıf ya da alt sınıfın kamu kaynaklarıyla bazen rekabetle bazen de tamamen tanıdıklar vasıtasıyla işe alındığı, kaynaklara ve belli ölçüde statüye ulaşabildiği kısım. Bu şemayı ilk çizdiğim 2021 yılında belediyeler devletten görece bağımsızdı, ancak son aksiyonlarla bunların da bazen pratikleriyle, bazen de doğrudan tepeden yönetilerek reklam pratikleri yaptığını görüyoruz.
Reklam devletinin zıttı MGK kararlarında görülüyor. Milli Güvenlik Kurulu, 90’lı yıllarda ve 2000’li yılların başında son derece katı hareket eden, belli ilkelere bağlı, orduda yetişen, dolayısıyla öznelliği ile kurumun öznelliği arasında neredeyse bir fark kalmamış insanlardan oluşuyordu. Asker, modern devletin pratik ihtiyaçlarına yönelik endoktrine edilmiş, dolayısıyla demokrasi fikriyle liberal bir bağı olmayan bir özneydi. 2010’lardan itibaren bunun ortadan kalktığını gördük ve bu reklam devletinin bir simgesi oldu: Disipline edici ve demokrasi oyununu oynayan, yolsuzluk yapabilen 1990’lar hükümetlerinden hükümran tipi bir merkezileşme, modern devlet tipi bir gözetleme ve güvenlik aparatını eline alan, ancak tüketim kültürüne uygun bir şekilde sinyaller veren bir devlet ve bu devlette yolsuzluk yapmak mümkün değil. Devlet, ikili değil; devlet ikili bir imgeye sahip.
Modern bir devleti modern devlet yapan şey iktidar pratiklerini uygulama biçimiydi: Kaydetmek, hesap sorulabilir olmak, öznelerini korumak, disipline etmek, toplumsal ihtiyaçları karşılamak, kendi bekasını savunmak. Örneğin, beka söylemi Türkiye’de devleti dış tehditlere karşı korumak için değil, AKP’nin seçim kazanması için üretildi. Lakin halkın bu duruma meşruiyet vermesi disiplini gevşeten bir faktör oldu. Bu yüzden de muhalefet AKP’nin hareketlerini yolsuzluk olarak adlandırdığında ve karşısına liyakat kavramını koyduğunda tam olarak istenilen meşruiyet kaybını sağlayamıyor, çünkü yolsuzluk, tartışılamaz kurallara riayet etmemeyi imler. Türkiye’deki egemenlik tipi de devletin işleyişi de kurallara dayalı değil, çatışmaya ve performansa, kısacası görünürlüğe dayalı. Güç, görünürlükten ve onun kontrolünden geliyor. Reklam devleti vatandaşlarını değil, onların görüneceği alanları ve zamanları kontrol ediyor. Kendi hazırladığı gösterilerde de çatışma ve kahramanlık hikayeleri sahneliyor. Bunu hassas bir şekilde yapamadığında da meşruiyet kaybına uğruyor, bknz. 19 Mart protestoları.
Medyayı ayrı bir sınıf ya da aktör olarak ele almadım, medya zaten bu kademelerin hepsiyle ayrılmaz bir şekilde iç içe. Simülatif alan, yani siyasal iktidarın üst katları medya ve pratikler aracılığıyla güçlülük hologramı üretilen bir alan.
Reklam devletinin alamet-i farikası ise her kuralın değiştirilebileceğini kanıksatmasıdır. Tüketilemeyecek, hoşa gitmeyen, büyüklük hissinin yarattığı tatmini sağlayamayacağımız, yani adeta Galatasaray-Fenerbahçe-Beşiktaş mitlerine, bu kulüplere bağlı olanların hep “En büyük o” demesi gibi bir an yaşayamayacaksak, gündelik hayat hızımızda modern devletin eski disipline ediciliğini de çok fazla talep etmiyoruz. Fakat modern bir devlet olarak inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin hakimiyet ve daha fazla meşruiyet kaybı yaşamadan bu düzene geçebilmesi için kaynakların ve iktidar pratiklerinin medyaya aktarılması dışında pek bir çözüm de yoktu.
Simülatif alan olarak adlandırdığım yer üst kademe devlet organları. Devletin bu kademeleri ve organları dışarıya çok güçlü görünüyor, itibardan tasarruf olmayan ve çoğu kez de gerçekten binalarında altın varaklı motifler kullanan kısım burası. Görüntünün sakladığı, görüntünün altında bir gerçek olmaması. Simülatif alanın fiziki duvarlarının kalmadığını, bir kalıntıya dönüştüğünü düşünün. İçerideki insanlar için de dışarıdaki insanlar için de artık gerçek (modern anlamdaki) devlet imajı ve etkileri ile bir projeksiyon, bir hologram arasındaki farkın eriyip gittiğini düşünelim. Bundan rahatsız olabiliriz, ancak panik bir reaksiyonla istediğimiz şey bu hologramın yönetimini ele geçirmek, modern devleti geri getirmek pek mümkün değil. Asıl yapmamız gereken ise bu post-post-modern talebimizi modellere dayandırmadan, tamamen pratiğe yönelerek istemek ve siyaseti halk hareketleriyle yeniden tanımlamak.
Medyayı ayrı bir sınıf ya da aktör olarak ele almadım, medya zaten bu kademelerin hepsiyle ayrılmaz bir şekilde iç içe. Simülatif alan, yani siyasal iktidarın üst katları medya ve pratikler aracılığıyla güçlülük hologramı üretilen bir alan.
Sosyal Çürüme
Toplum çürümüyor, devlet disiplini ortadan kaldırıp yerine tüketimi entegre ediyor. Devlet kademelerindeki disiplinsizlik sorunu gazetecilere sızdırılırken, hükümetteki çatlaklardan, devletin kapasitesizliğinden dem vuruyor ve halkın çürüdüğünü düşündürtecek şekilde haberler paylaşılıyor. Ancak bu bir kırılganlık illüzyonu ve öznesiz bir öfke. Yani, bu sızıntılar da bir Reklam Devleti iktidar pratiği. Modern bir devlet yapsa suç sayılacak şeylerin sorumluluğunu toplumsal çürümeye atan, iktidar bloğunda çatlaklar gösteren ve muhalefeti gittiği yolun doğru olduğuna inandıran bir pratik. İktidarın çatlaklar gösterdiğinde değil, panik atak reaksiyonlar ve hesap verdiğinde yenildiğini anlamalıyız. Çünkü iktidar isterse bu çatlakların hiçbirini göstermeyebilir, çünkü görünürlük araçları tamamen kontrol altında.
Reklam Devletinin İktidar Pratikleri:
1 - Modern Devlet’ten temel farkı gözetlemeye değil, göstermeye ve görünürlük rekabetine açık olması. Buna hükümete sadakat sinyalleme davranışını da dahil edebilirsiniz.
2 - Disiplin yerine tüketimin ve büyük gösterilerin geçmesi. Keyif almanın toplumsal sorunları çözmenin önüne geçmesi.
3 - Medya tekeli, kimin ne kadar ve nerede görüneceğinin devletin kontrolünde olması.
4 - Devletin mekanizmasının tek bir zümreye bağlı olması, tek bir zümrenin iktidarının devamı adına pratik çözümler üretmesi.
5 - Seçim sıklığı, halktan meşruiyet alma ihtiyacına tekabül ediyor.
6 - Siyasetin kimlik ve temsil krizleriyle bağdaştırılması. Siyaset dispositifini, yani alanını sorun sahasına değil, bir sahneye çevirmesi. Düzenli olarak sahneler inşa etmesi, toplumsal hareketleri ve pratik talepleri bu sahnede eritmesi.
7 - Devletin bazı fiziksel kademelerinin halkla temasının devam etmesi. Bu devamlılık, belli oranda örgütlenme gerektiriyor.
8 - Devletin değişimlerinde, kadrolarda ve ilişkilerde ticaret mantığı ele alınıyor. Dolayısıyla bu devleti kültürel sermayesi olan burjuvalar yerine tüccar zihniyetli insanlar yönetiyor. Ticarette de imajın ve kuralların esnetilmesinin önemi büyük.
9 - Devletin büyüklüğü bir halkla ilişkiler kampanyasına değil, reklam kampanyası modeline daha çok benziyor. Halkla ilişkilerde insanlar sizin adınıza konuşurken, reklamda kampanyayı siz yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bu da büyük bir yatırım gerektiriyor. Reklam kampanyası halka nüfuz ettiği zaman bir halkla ilişkiler kampanyasına dönüyor, örneğin insanlar “Reyis bunu yapmaz” demeye başladığında veya “İmamoğlu 2. Erdoğan olacak” demeye başladığında bu nüfuzu görüyoruz.
Türkiye’de devletin iktidar pratiklerinin özellikle bu iki dönemde kırılmaya uğradığını ve halkın ihtiyaçlarından bağımsızlaşarak, siyaseti bir güç ilişkilerine değil, bir sahne ilişkilerine indirgediğini düşünüyorum. Bu sahnenin fiziken altında kalanlar ise biz olduk.
Post-Post-Modernizm ve Post-Post-Kemalizm
Berk Esen ve İlker Aytürk, Post-Post-Kemalizm kitabında, post-modernizmin Kemalizm’e haksız bir şekilde hücum edip, yerine yeni bir anlatı koyamadığını, yeni bir tez koyamadığını ve sahayı dine ve sağ popülizme bıraktığını ortaya koyar. Bu tespite tamamen katılıyorum, ancak post-modernizme sığınan, post-modernizmden yola çıkarak yapı-söküm yapan yazarların etik kaygılarının, bu etik kaygılarının kendi yöntemlerini belirlediklerini fark etmemeleri onları gerçekten de eleştirel olmayan düşünürler yapıyor. 90’ların sonunda doğan, bu tartışmaların içinde bulunmamış biri olarak, post-Kemalizme karşı çıkmakla ve muhtemelen post-post-Kemalist genre’da yer almakla birlikte; post-Kemalizmin hatalarından biri olan etik ve usül beni daha çok ilgilendiriyor. Bu yazıda Türkiye’de devletin kelimenin tam anlamıyla post-modern kafayla şekillenmiş bir devlet olduğunu savunuyorum, lakin bunu anlamak ve yerine yenisini koymak için son derece pratik ihtiyaçlara odaklı olmak, bağlamı sorumluluk ahlakı ile okumak gerektiğini düşünüyorum.
Ben bugün yaşananları da 1980 döneminin getirdiklerini de Cumhuriyet Dönemi’nin bir uzantısı olarak görmüyorum. İktidar pratikleri pozitif ve negatif etkileri olan, bazen baskıyla, bazen normalleştirmeyle çalışan mekanizmalardır. Türkiye’deki hakim Kemalizm eleştirisini bu noktada da eleştirerek, AKP’nin bugünkü iktidar pratiklerinin ve devleti dönüştürmesinin sorununu geçmişle hesaplaşmamanın sonucu olarak değil, daha çok 1980 döneminde temerküz eden iktidar pratiklerinden kaynaklandığını savunuyorum. Cumhuriyet dönemi ulus devlet inşası yüzünden yaratılan çatışmalar değil, yukarıda bahsettiğim agonal egemenlik tipi adına yaratılan çatışmalar benim hayatımı daha çok etkiliyor.
Örneğin 1980 döneminin aktörlerinden rahmetli Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın pozitif, yani üretken etkilerinden biri Bilkent Üniversitesi’nin TÜBİTAK’ın kuruluşudur, ki bunu kurarken YÖK’ün üniversite üzerindeki devlet tahakkümünü, neredeyse tam kontrolünü, Türkiye’de üniversitenin git gide bir aktör olarak çöküşünü getirdiğini görüyorum, ancak Bilkent Üniversitesi’nin alt sınıf bir ailenin çocuğuna sağladığı imkanları da görüyorum. Şu an yaşadığımız durum, modernist refleksleri Kemalizm’in sınırlarını zorlayarak ve toplumun pratik ihtiyaçlarındansa idare-i maslahat ihtiyaçlarına daha çok önem vererek yapan 1980 darbesinin kontrolcü toplumundan AKP’nin post-modern toplumuna geçiş yaptık. Yani modern öncesi, modern dönem ve kitle iletişim araçlarının getirdiği hızı, simülatifliği ve temsil krizlerini birbirine harmanlayan AKP’nin iktidarında yaşadığımız sorunların bir tanesi bu. İhtiyacımız olan dönem, post-post-modern bir eleştiri ve direniş dönemi.
Kemalizm Türkiye’de çok ciddi bir şekilde modern devletin doğuşunu, bunun döneminin pratik ihtiyaçlardan kaynaklanan sorunlara bir cevap üretme çabası olarak, güvenliği bir zümreden ziyade bir ulusa yaymaya çalışan ve var olan paradigmalardan geri kalmamak adına atılan pek çok adımın bir bilançosu olarak görüyorum. Bugünkü post-modern ve post-Kemalist (reklam) devleti(ni) eleştirirken çoğunlukla modern bir mantıkla eleştiriyoruz, lakin ihtiyacımız olan asıl paradigma modernizmin seküler ya da rasyonel ve ilerlemeci değil, toplumsal ihtiyaçlara karşılık gelen, efektif yönetişim ve hesap verilebilirlik mantığını getirmek. Aksi takdirde, eleştirimizin de Kemalizmin de bir tüketim nesnesine dönüştüğünü görebiliriz ki iktidar bunu da yapmaya çalışıyor. Benim için Kemalist dönem bir disiplin toplumunun iktidar pratiklerini uygulayan bir dönem. Bu iktidar pratiklerinin eleştirilebilirliği ayan beyan ortada, ancak bu iktidar pratiklerini sadece negatif baskı aracı olarak ortaya koymak iktidar pratiklerinin doğasını anlayamamaktan ileri geliyor. Dahası, 90’ların sonunda doğmuş bir olarak, hesaplaşmam gereken asıl iki paradigma olduğunu düşünüyorum, o da 1980 sonrasının siyasetsizleşme operasyonu ve AKP dönemi Post-Kemalizmi. Türkiye’de devletin iktidar pratiklerinin özellikle bu iki dönemde kırılmaya uğradığını ve halkın ihtiyaçlarından bağımsızlaşarak, siyaseti bir güç ilişkilerine değil, bir sahne ilişkilerine indirgediğini düşünüyorum. Bu sahnenin fiziken altında kalanlar ise biz olduk.
Bu yazıda günümüzün iktidar pratiklerinin devleti şekillendirdiği savını ortaya koydum, Reklam Devleti ya da Ekran Devleti böyle ortaya çıktı. Bu pratikler çoğu kez kodlarla ve bilgi yerine simülasyon nesneleri (gerçek gibi gözüken, daha çok riayet edilen, riayet etmesi kolay olan ancak hayatınızda pratik bir sorunu çözmek yerine sorun çözmeden size rahatlık hissi veren bilgiler) üretmekle kendilerini sürdürdüler. Sonucunda da devletin ürettiği sahnenin ve gevşettiği disiplin mekanizmalarının bireysel güvenliğimizi, varlığımızı, öznelliğimizi kaybettirdiğini izliyoruz. İktidar pratiklerinin uygulayıcısı olmayanlar için son derece travmatik bir dönem; politize oluyor ve sonra onu yutuyoruz. İçeriden duvarları adeta ısırılarak tüketilen ama yerine daha büyük bir hologram konan bir devlet, bizleri iktidarını kısıtlamak zorunda bırakıyor. Asıl çatışmayı iktidar ve iktidarı kısıtlayan bir direniş eksenine alamazsak, pratik ihtiyaçlarımıza çözüm üretemeyeceğiz, o ihtiyaçları unutup tüketeceğimiz başka bir sahne önümüze konulacak.
Reklam devleti kavramsallaştırmamla ilgili önceki yazılarımın linkleri:
Reklam Devleti: Var mısın Yoksun
Reklam Devleti: Türkiye’de Devlet Tüketiliyor, Kapasitesi Azalmıyor
Reklam Devletinin Çöküşü: CHP Boşlukları Değerlendirebilir mi?
Reklam Devletinden Arta Kalan Yere CHP Söylemi Nasıl Yerleştirilebilir?
[1] Bu konuda Türkiye’deki egemenlik tipinin Schmittyen bir analizini yapan Prof. Dr. Burak Bilgehan Özpek’e katılmıyorum. Schmitt’in egemenlik anlayışı legal bir tanımda gerçekleşiyor, AKP’ninki legalliği makyevelyan bir şekilde araçsallaştıran, performansı ve çatışmayı ön plana koyan bir egemenlik anlayışı. Bu bakımdan. Dr. François Debrix ve Alex Barder’ın geliştirdiği Agonal Sovereignty (Agonal Egemenlik) kavramını daha uygun buluyorum.
[2] Çünkü görünürlüğünü kendisi kontrol ediyor ve diğerlerinin görünürlüğünü de tekeline almış durumda. Bu otoriterlik değil, güçlülük ifadesi ve toplumsal olarak güçlü olduğu imajını da toplumun çoğunluğuna hâlen daha yedirebilmiş durumda.

Yorum Yazın