AB ve Türkiye arasındaki ilişkiler 2016'dan bu yana zaten donmuş durumda. Mevcut tablo, iki tarafın da "kazan-kazan" yerine "kaybet-kaybet" mantığıyla hareket ettiğini gösteriyor. Türkiye, AKP'nin yoğun çabaları sayesinde artık AB'ye aday ülke olarak falan değil Afgan, Suriyeli vs. müslüman mültecileri sınırlarda tutan ileri toplama kampı olarak algılanıyor. Bunu da "bastırırız parayı olur biter" mantığıyla ele alıyorlar.
Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye’ye yönelik katı vize uygulamalarını eleştirirken, AKP hükümetinin bu süreçteki sorumluluğunu göz ardı etmek elbette mümkün değil. Türkiye’nin son yıllardaki dış politika pratikleri, özellikle AB ile kontak noktalarındaki tutarsız stratejiler, mültecilerle ilgili şantaj-taviz (para) koparma ikilisi üzerinden şekillenen ilişki dinamiği, iç politikadaki reform eksiklikleri vize meselesinde yaşanan tıkanıklığın önemli bir parçası. AKP hükümetinin dış politikada son derece "istikrarsız" bir tutum belirlemesi, AB tarafından "ilkesizlik" başlığı altında sıralanan eleştirileri de beraberinde getiriyor doğal olarak.
Türkiye’nin AB'ye üyelik süreci, 2005’te başlayan müzakerelerle ivme kazansa da son 10 yıldır fiilen dondurulmuş durumda. Sürecin tıkanmasında, AKP hükümetinin, Doğu Akdeniz’deki enerji arama faaliyetleri, Suriye’ye yönelik askeri müdahaleleri, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alımı gibi AB ve NATO politikalarıyla çelişen aksiyonları da epeyce etkili oldu. Ne de olsa batı diplomasisi kayıt tutuyor ve ilişkileri bu kayıtlar üzerinden organize ediyor. Yani "bugün böyle, yarın şöyle" modu yok adamlarda. Bizim siyasal islamcı hükümet gibi dış politikayı kendi iç politik çıkarlarına değil ülkelerinin faydasına yönelik aksiyonlar dizisi olarak değerlendiriyorlar. Bu çerçevede, özellikle S-400 krizinin, ABD ve AB ile ilişkileri derinden sarstığını söyleyebiliriz. Son tahlilde, Türkiye’nin Batı bloğuyla yaşadığı bu gerilimler, AB’nin Türkiye’ye yönelik güven kaybının artmasına neden oldu.
AKP hükümetinin genel dış politika pratiklerine kuş bakışı göz atıldığında, süregiden bu gerilimli süreci yumuşatmaya çalışmak yerine bir yandan AB ile diyaloğu sürdürmeye çalışırken diğer yandan Rusya, Çin ve Orta Doğu ülkeleriyle yakınlaşma stratejisi izlediğini görüyoruz. Bu güya "çok yönlü" dış politikanın, AB nezdinde Türkiye’nin Batı ile bağlarını zayıflatan bir algı yarattığının AKP tarafından bir türlü anlaşılamaması, Brüksel’in Türkiye’yi "stratejik ortak" olarak görmekte zorlanmasına yol açarken, "vize kolaylığı" gibi konularda yapılması planlanan iş birliğini de haliyle sekteye uğrattı.
Öte yandan, 2016 yılında imzalanan Mülteci Anlaşması, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde bir dönüm noktasıydı. AKP hükümeti, Suriyeli sığınmacıları AB sınırlarından uzak tutma karşılığında 6 milyar euro mali yardım, vize serbestisi ve müzakere sürecinin canlanması sözü aldı ancak anlaşmanın uygulanmasında Türkiye’nin "tehdit ederek taviz alma" stratejisi, AB’yi fena halde tedirgin etti. Örneğin, 2020’de hükümetin mültecilerle ilgili olarak sınır kapılarını açma tehdidi, Brüksel’i ek 3 milyar euro taahhüdünde bulunmaya zorladı. "Şantaj" kokulu bu tür hamleler, Türkiye’nin "mültecileri siyasi koz olarak kullanma" eleştirilerinin yoğunlaşmasına ve ilişkide psikolojik mesafenin açılmasına neden oldu. AKP hükümetinin bu yaklaşımı, AB’nin vize kolaylığı şartlarını yerine getirme konusundaki isteksizliğini büyüttü. Zira AB kanadında, Türkiye’nin mültecileri "insani değil daha fazla para koparma amaçlı araçsal bir perspektif" ile ele aldığı kanısı yerleşti ve AKP'nin kendilerine göre "stratejik" AB'ye göre "istikrarsız ve ilkesiz" dış politika anlayışı nedeniyle Türkiye "öngörülemeyen ve güvenilmeyecek bir ülke" pozisyonuna hapsoldu.
AB’nin "değerler" ile "çıkarlar" arasındaki çelişkisi, Türkiye özelinde net biçimde görülüyor. "Mülteci krizi" bahane edilerek AKP rejimine sessiz kalınması, vize sıkıntısı üzerinden Türk halkının Avrupa ile bağlarını koparıyor.
İç reform eksikliği ve hukuk devleti krizi
Diğer yandan, AB’nin salt "vize serbestisi için" öne sürdüğü kriterler arasında terörle mücadele yasalarının revizyonu, temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesi ve bağımsız yargının korunması gibi talepler yer alıyordu ancak Türkiye'de, 2016 sonrası giderek artan dozda uygulanan baskı ile özgürlük alanlarının daraltılması, basın özgürlüğünün felç edilmesi ve bazı Anayasa değişiklikleriyle güçler ayrılığı ilkesinin iktidar lehine yürürlükten kaldırılması gibi adımlarla AB’nin beklentilerinin tam aksi yönde politikalar birbiri ardına gelmeye başladı. Örneğin AB nezdinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmaması veya Osman Kavala gibi sembolik davalarda AB’nin açık eleştirileri, Türkiye’nin hukuk devleti kriterlerini karşılamadığına işaret ediyor. AKP hükümetinin iç politikada otokrasiye yönelme isteği ve bu doğrultudaki uygulamaları, AB ile ilişkileri restore etmeyi iyice imkânsız hale getirdi. Bu durum, vize serbestisi sürecinin askıda kalmasının temel nedenlerinden biri olarak değerlendirilmeli.
Tüm bunlar olup biterken, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir yandan AB’yi "çifte standartla" suçlarken, diğer yandan Yunanistan ile gerilimleri tırmandıracak açıklamalar yaparak, AB içinde Türkiye karşıtı blokları güçlendirdi. AKP'nin dış politikayı salt iç politikaya dolgu malzemesi olarak görmesinin pratiğe uygulanmasıyla ortaya çıkan amorf durumların ardından ülkenin ödediği bedellerin listesi de elbette epeyce uzun olacaktır. Örneğin, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine yönelik vetosu, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde "kriz yaratma" odaklı bir strateji uyguladığı izlenimi uyandırırken, bu tür çıkışların tümü AB mahfillerinde "Erdoğan şantaj yapıyor ve yine para istiyor" şeklinde yorumlanmıştı. AKP iktidarının "asla kabul etmem" dediği mevzuların ardından kısa süre içerisinde çark ederek tersini yapacağının bilinmesi elbette rahatlatıcı bir unsurdu AB için. İşte İsveç ve Finlandiya'nın NATO'ya üyelik meselesinde "asla imzalamayacağız" deyip kısa bir süre sonra imzanın atılması güzel bir örnek ya da rahip Brunson olayı vb... Bu örnekler deste deste çoğaltılabilir elbette. İşte böylesi dengesiz tutumlar, AB’nin belirsizlikten ürkerek, Türkiye’ye yönelik politikalarını daha da sertleştirmesine neden oldu süreç içerisinde. Bu noktadan sonra özellikle Almanya ve Fransa, Türkiye ile ilişkilerde "koşulsuz diyalog" yerine "şartlı iş birliği" yaklaşımını benimsemeye başladı.
Bununla birlikte AKP hükümeti, AB’nin vize reddi oranlarındaki artışa karşı etkili bir diplomatik tepki de geliştiremedi. Örneğin, Yunanistan’ın Türk vatandaşlarına yönelik yüzde 40’a varan ret oranları, Türkiye’nin Atina ile diyaloğu yeniden tesis etme konusundaki isteksizliğiyle birleşince vatandaşlar mağdur oldu. Ayrıca, vize başvuru ücretlerinin yüksekliği veya randevu sürelerinin uzunluğu gibi teknik sorunlar, Türk Dışişleri Bakanlığı’nın AB nezdinde güçlü bir şekilde girişimde bulunmaması nedeniyle çözümsüz kaldı.
AKP hükümeti perspektifinde bakıldığında bu saygı kazanma olayının artık pek mümkün olamayacağı düşüncesinden hareketle uzunca bir süre Schengen vizesi sorunlarının devam edeceği anlaşılıyor. Sıkıntılar bitmek bilmiyor.
Bunun yanı sıra AB’nin "değerler" ile "çıkarlar" arasındaki çelişkisi, Türkiye özelinde net biçimde görülüyor. "Mülteci krizi" bahane edilerek AKP rejimine sessiz kalınması, vize sıkıntısı üzerinden Türk halkının Avrupa ile bağlarını koparıyor. Avrupa Parlamentosu’ndaki sol kanat milletvekilleri, bu politikayı "etik dışı" olarak nitelendirirken, insani bedelin daha geniş bir perspektifle ele alınması gerektiğini vurguluyor ancak AB'nin şu aralar tek bir meselesi var, o da "müslüman mülteciler"... Türkiye'den gelen vize taleplerinin de büyük oranlarda bu gerekçeyle yani "ya dönmezlerse" düşüncesiyle geri çevrildiği ifade ediliyor. Bu başarı, elbette Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının "potansiyel mülteci" olarak algılanmasına neden olan AKP hükümetinindir. Bu mesele öyle noktalara vardı ki İtalya, üniversite okumak için vize almış çok sayıda öğrencinin ülkeye girmesine izin vermiyor. Bu sorun direkt olarak ülkenin değil, ülkeyi yönetenlerin yaşadıkları itibar kaybından kaynaklanıyor açıkça. AB liderlerinin, Erdoğan'ın yüzüne yalnızca "Türkiye'de bulunan milyonlarca mülteciyi üzerimize salar korkusuyla" güldükleri çok açık. Geçenlerde gerçekleşen İtalya ziyaretinde Başbakan Giorgia Meloni'nin, -konuşacak başka bir konu olmasa gerek- Erdoğan'a "sağol ya sen milyonlarca mülteciye bakıyorsun. Sen olmasan bunlar bize yığılacaktı. Grazie Sayın Erdoğan" demesini konuştuk günlerce değil mi? Mesele bu işte.
Sonuç olarak, AB’nin Türk vatandaşlarına yönelik vize politikalarındaki katılık elbette eleştirilmelidir ancak unutulmaması gerekiyor ki AKP hükümetinin dış politikadaki tutarsızlıkları, iç reformlardaki eksiklikleri ve diplomatik krizleri tırmandırıcı söylemleri de bu sürecin tıkanmasında kritik bir rol oynadı. Bu hastalıklı ilişkide olmayan tek şey saygı. Sonuçta saygı talep edilen değil kazanılan bir şey. AKP hükümeti perspektifinde bakıldığında bu saygı kazanma olayının artık pek mümkün olamayacağı düşüncesinden hareketle uzunca bir süre Schengen vizesi sorunlarının devam edeceği anlaşılıyor. Sıkıntılar bitmek bilmiyor.
Tüm bunların üzerine Avrupa Parlamentosu (AP), "demokratik açıdan gerileme" nedeniyle "Türkiye ile AB arasındaki üyelik müzakarelerinin kalıcı olarak tamamen dondurulmasını" öneren bir raporu kabul etti bir süre önce. Aslına bakarsanız, yukarıda da belirttiğimiz gibi AB ve Türkiye arasındaki ilişkiler 2016'dan bu yana zaten donmuş durumda. Mevcut tablo, iki tarafın da "kazan-kazan" yerine "kaybet-kaybet" mantığıyla hareket ettiğini gösteriyor. Türkiye, AKP'nin yoğun çabaları sayesinde artık AB'ye aday ülke olarak falan değil Afgan, Suriyeli vs. müslüman mültecileri sınırlarda tutan ileri toplama kampı olarak algılanıyor. Bunu da "bastırırız parayı olur biter" mantığıyla ele alıyorlar. Öyle de oluyor zaten. Tehdit-taviz-para üçgeninde işleyen kirli bir politik dinamikten bahsediyoruz. AB-Türkiye ilişkilerinde son 20 yılda gelinen durum bu.

Yorum Yazın