Uluslararası arenada liderler arası buluşmalar, yalnızca diplomatik protokollerin ötesinde, jeopolitik satranç tahtasının hamlelerini simgelemektedir. 25 Eylül 2025'te Beyaz Saray'da gerçekleşen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump arasındaki görüşme, bu bağlamda dikkat çekici bir sahne olarak yükselmektedir. Görüşme, savunma sanayii anlaşmaları, ticaret hacminin genişletilmesi ve bölgesel istikrarsızlıklar gibi başlıkları kapsamakta; ancak neticelerinin ne olduğu hâlâ sisler arasında gizlenmektedir.
İktidar yanlısı basın organları, bu buluşmayı derhal bir "zafer" olarak lanse etmekte; F-16 ve Boeing siparişlerini abartılı bir coşkuyla "tarihi anlaşmalar" diye pazarlamakta; hatta Suriye ve Ukrayna meselelerinde Türkiye'nin "kazanan taraf" olduğunu iddia etse de bu söylem, gerçekliğin kesinliğini yok saymakta; duygusal bir zafer narası atmakta; ancak uluslararası ilişkilerin soğuk mantığına ters düşmektedir. Oysa ki, belirsizlik hâkimken temkinli olmak, diplomatik erdemlerin temel taşıdır.
Medyanın Zafer Söylemi
İktidar destekçisi medya, Erdoğan-Trump görüşmesini bir diplomatik zafer olarak çerçevelemektedir. İktidara yakın gazeteler, manşetlerinde "Erdoğan'dan Trump'a Tarihi Hamle" diye haykırmakta; Boeing'in 300 adetlik uçağı ve F-16'ların yolunu açan jestleri, "ekonomik zafer" olarak şişirmektedir. Bu anlatı, görüşmenin ertesi günü sosyal medyada viral hâle gelmekte; taraftarları coşturmakta; muhalif sesleri ise "gerçek dışı" diye damgalamaktadır. Ne var ki, bu coşkulu lanse etme, derin bir yanılsamayı beslemektedir. Gerçekte, görüşme sonrası Beyaz Saray'dan gelen açıklamalar muğlak kalmakta; Trump'ın "mükemmel ilişki" vurgusu, somut taahhütlerden yoksun durmaktadır.
CHP lideri Özgür Özel'in "Gazze'nin G'si yok" eleştirisi, bu zafer balonunun patlamaya hazır olduğunu; Filistin ve Suriye gibi kritik dosyaların kenara itildiğini ima etmektedir. İktidara yakın medya, bu belirsizliği görmezden gelmekte; duygusal bir ulusal gurur dalgası yaratmakta; ancak bu durum, uluslararası ilişkilerin nesnel gerçekliğine ters düşmektedir.
Temkinlilik, burada bir lüks değil zorunluluktur; zira erken kutlamalar, stratejik körlük doğurmaktadır.
Uluslararası İlişkilerde Devlet Yaklaşımı: Kişisel Dinamiklerin Gölgesinde
Uluslararası ilişkiler disiplini, devletlerin rasyonel aktörler olarak hareket ettiği varsayımını temel almaktadır. Neorealist paradigmalar, güç dengelerinin ve ulusal çıkarların hâkimiyetini vurgulamakta; liderlerin kişisel kaprislerini arka plana itmektedir. Ancak Erdoğan-Trump görüşmesi, bu idealden sapmakta; bireysel ilişkilerin damga vurduğu bir dinamiği sergilemektedir.
Trump'ın ikinci döneminde Erdoğan'ı "eski dost" diye kucaklaması, 2017-2019 arasındaki "mükemmel kimya"yı canlandırmakta; ancak bu, devletler arası bir ittifaktan ziyade, pragmatik bir liderler ittifakı olarak seyretmektedir. Görüşmede masaya yatırılan savunma yaptırımlarının kaldırılması ve enerji anlaşmaları –örneğin, BOTAŞ'ın 70 milyar metreküp LNG tedariki– ulusal çıkarlara hizmet etmekte görünse de, Trump'ın öngörülemez kişiliği ve Erdoğan'ın iç politik manevraları, süreci belirsiz kılmaktadır. Devlet yaklaşımı, burada ihmal edilmekte; NATO Zirvesi'ndeki (Haziran 2025) ön görüşmelerde bile F-35'lerin "iyi niyet"le anılması, somut adımlardan öte gitmemektedir.
Liderler arası bu samimiyet, jeopolitik bir balonun havasını şişirmekte; ama patladığında devletleri enkaz altında bırakmaktadır. Devlet odaklı bir vizyon, kişisel ilişkilerin ötesinde kalıcı kurumlar inşa etmeyi emretmekte; aksi takdirde, bu görüşme sadece geçici bir parıltı olarak tarihe kazınmaktadır.
Duygusal Jeopolitik: Moisi Çerçevesinden Bir Bakış
Dominique Moisi'nin The Geopolitics of Emotion: How Cultures of Fear, Humiliation, and Hope are Reshaping the World (2009) adlı eseri, geleneksel güç politikalarının ötesinde, duyguların jeopolitik haritayı nasıl yeniden çizdiğini aydınlatmaktadır. Moisi, korku (ABD'nin 11 Eylül sonrası paranoyası), aşağılanma (Ortadoğu'nun sömürge mirası) ve umut (Asya'nın yükselişi) gibi duyguları, devlet davranışlarının gizli motoru olarak konumlandırmakta; rasyonel aktör modelini duygusal katmanlarla zenginleştirmektedir.
Erdoğan-Trump görüşmesi, bu çerçevede çarpıcı bir vaka sunmaktadır. Trump'ın "zaferci" umudu –görüşmeyi "büyük anlaşmalar" diye pazarlaması– ABD'nin ekonomik hegemonyasını pekiştirmekte; Erdoğan'ın ise; ‘’meşruiyetini’’ kuvvetlendirmesi –S-400 yaptırımlarını masaya yatırması– iç kamuoyuna moral aşılamaktadır. Ancak Moisi'nin uyarısına kulak vermek gerekirse, bu duygusal jeopolitik, belirsizliği derinleştirmekte; korku unsuru (örneğin, Suriye'deki YPG desteği) arka planda pusuya yatmaktadır.
Görüşmenin zafer olarak lanse edilmesi, Moisi'nin "umut tuzağı"nı tetiklemekte; kısa vadeli coşku, uzun vadeli aşağılanmaya yol açmaktadır. Derin bir analizle belirtmek lazımdır ki, liderler arası bu duygusal dans, devletlerin rasyonel çıkarlarını gölgelerken; Moisi'nin paradigması, temkinliliğin duygusal zekânın bir uzantısı olduğunu fısıldamaktadır. Çarpıcı bir bağlantıyla: Trump'ın "mükemmel ilişki" retoriği, Moisi'nin umut coşkusunu yansıtmaktayken; Erdoğan'ın BM konuşmalarındaki sert tonu, aslında mükemmel olmayan gerçeğin jeopolitik yankısını resmetmektedir.
Türkiye, bu görüşmeden somut kazanımlar elde etmekte gecikmemelidir; zira belirsizlik, en büyük düşmandır. Gelecek analizler, bu dinamiğin evrilmesini izleyecek olsa da; bugünden şunu vurgulamak çarpıcıdır: Jeopolitik zaferler, kâğıt üzerindeki imzalarla değil, kalıcı çıkar dengeleriyle yazılmaktadır.

Yorum Yazın