Bir önceki yazımda 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinden çıkan, bugün 23 yılını doldurmakta olan AK Parti iktidarının vahim yanlışlarından ötürü yolun sonuna geldiğine ilişkin görüşümü dile getirmiştim. Kabul etmek gerekir ki siyasi partiler öncelikle halkın refahını sağlama konusunda inandırıcı oldukları takdirde seçilirler. Bu konuda güven kaybına uğradıklarında da iktidarı kaybederler. AK Parti uzun süre iktidarda kalmışsa, öncelikle halka, muhalefet partilerinden daha çok güven verdiği içindir elbette.
Ekonomik ve sosyal politikalarda yanlışlar
Ne var ki AK Parti son seçimlerde ekonomide kendisi yaptığı için iyi bildiği yanlışlara karşın popülist vaatlerde bulunarak iktidarını sürdürmeyi yeğledi. Seçimlerin ardından ekonominin başına geçen Mehmet Şimşek, selefi Nureddin Nebati ’nin enflasyondan düşük faiz oranlarına ve hem KKM (Kur korumalı mevduat) hem de arka kapı satışlarıyla dövizi baskılamaya dayanan ekonomi politikasını “irrasyonel” olarak damgaladı. Bu, muhalefete mensup bir siyasetçinin geçmiş yönetimden enkaz devraldıkları söylemiyle eş anlamlıydı. İktidar partisi satır arasında “mea culpa” diyordu belki ama ekonomiyi bu hale getiren uzaylılarmış gibi yanlış yaptığını da kabullenmiyordu. Asgari ücret 8500 lirayken ara zam sözü vermişti ama en düşük memur (hizmetli) maaşını 22 bin liraya çıkartma vaadinde de bulunmuştu. Bu sözleri veren kendileri değilmiş gibi, popülizmi lanetleyerek Şimşek’le sıkı bir kemer sıkma politikasına geçmişti. Bu tutum elbette etik değildi ve seçimin hemen ardından kamuoyu desteğini hızla kaybetmesine yol açmıştı.
Seçim öncesi söz verilen ve tutulan en popülist ve yanlış vaat, 657 sayılı DMK’na (Devlet Memurları Kanunu) tabi lise mezunu hizmetlilerin maaşına, kabul edilen ekonomik zorluklara karşın yapılan abartılı zamdı. Hem çalışma hayatındaki hem memuriyetteki dengeleri alt üst ediyordu. Söz verildiği gibi asgari ücrete yıl ortasında zam yapılmış ve 11. 400 liraya çıkartılmıştı ama özel sektörde çalışsa asgari ücret alacak olan hizmetlinin kamuda işe başlama maaşının 22 bin lira olması dengesizdi. Sırf bunu sağlamak için memura seyyanen 8077 lira zam yapılmıştı. Bu, hizmetliler için yüzde 85 oranında zamma tekabül ediyordu. Seyyanen verildiği için zam üniversite mezunu memurlara maaş arttıkça giderek azalan oranda ve devletin belkemiğini oluşturan kıdemli memurlara sadece yüzde 25 oranında yansıyordu. Sorunluydu çünkü ne eğitimi ne de kıdemi dikkate alıyordu. Dolayısıyla devlet ciddiyetinden yoksundu.
Aslında yanlışlık sadece memurlarla ilgili olarak yapılmadı. Seyyanen zam DMK’na tabi 2,5 milyon emeklinin yasal hakkı olan çalışırken aldığı son maaşın yüzde 70-75 oranına tekabül eden emekli maaşına yansıtılmamıştı. Onlar zamlı maaş almasın diye seyyanen memura açıktan ilave ödeme olarak verilmişti. Böylelikle memur emeklisi altı ayda bir enflasyon farkı alan ve genelde 300-330 dolara tekabül eden seyyanen zammın paylarına düşmesi gereken yüzde 70-75 inden mahkûm bırakıldı. Kazanılmış hakları olduğu halde verilmeyen bu zam 26 ayda 8 bin dolara, emekliye düşen payı da 6 bin dolara dayanmış bulunuyor. Bu uygulama sürdükçe daha da artacağı anlaşılıyor. Adalet Bakanı’nın sık, sık dile getirdiği gibi, eğer “Türkiye hukuk devleti” ise tüm alacakların yasal faiziyle birlikte ödenmesi gerekir. Bu nedenle Seyfettin Çilesiz’in açtığı ikinci dava merakla izleniyor.
Aslında bu konu sadece yasayı değil anayasayı da ilgilendiriyor. Daha önce de dile getirdiğim gibi, Anayasa’nın “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesi, AK Parti’nin getirdiği değişiklikle, yaşlılara, kadın ve çocuklarla birlikte, sadece pozitif ayrımcılık yapılabileceğine hükmediyor. Bu madde, yasaya aykırı olduğu için sadece 2,5 milyon memur emeklisini değil, 10 milyona yakın SSK emeklisini de ilgilendiriyor. Onların maaşları daha düşük ve milyonlarcasının geliri açlık sınırının altında.
Hükümetin bu konuda öne sürdüğü gerekçe “bütçede para olmadığı” yönünde. Oysa bütçeler önceliklere göre düzenlenir. Sosyal bir devlet insan için varsa, memurların, kamu işçilerinin ve tüm emeklilerinin maaş kalemi bütçelerde öncelikli olmalıdır. Son AK Parti hükümeti gibi bunu öncelemezseniz, 31 Mart yerel seçimleri sonuçlarının gösterdiği durumla karşılaşırsınız. Bu yanlışta ısrar ederseniz bir daha seçim kazanmak, olsa, olsa tatlı bir hayalden öteye geçemez elbette.
Ayrı bir tartışma konusu ama enflasyonla mücadele, kamu idaresi harcamaları önemli ölçüde düşürülmeden ve sürekli enflasyon üstünde vergi artışlarıyla başarılı olamaz. Ortada aşırı harcama yapan kamu kurumları var ve açık veren bütçenin giderlerini karşılayabilmek için enflasyonu tetikleyen dolaylı vergi artışlarına gidiliyor. Bu, hem enflasyonla mücadeleden kısa sürede sonuç alınmasını engelliyor, hem de orta sınıfı yoksullaştırırken, asgari ücretli ve emeklinin daha da ezilmesine yol açıyor. 2027 yılına ertelenen tek haneli enflasyonla Sayın Şimşek’in alım gücünün artacağı müjdesi vermesi doğru değil. Alım gücünün artması için bu insanların gelirlerinin enflasyon oranlarının çok üstünde artması gerekiyor çünkü.
Ekonomi yönetimi, makroekonomik pembe tablolarla insanların aklıyla adeta dalga geçercesine kişi başına düşen milli gelirin 15 bin dolar seviyesine geldiğini söyleyerek şişiniyor. İyi güzel de dövizi baskılayarak bulunan döviz cinsinden rakamlar yanıltıcı. Dövizin en az yüzde 30 civarında olması gerekenden düşük değerde olduğu hesaba katıldığında, per capita milli gelir 15 değil 11 bin dolar seviyesinde. Kaldı ki bu kurla bile 4 milyon en düşük maaşı alan emeklinin geliri 4800, asgari ücretlinin 6500 dolar düzeyinde. Eşlerin çalışmadığı hanelerde kişi başına gelirin bu rakamların yarısı kadar olduğunu da hesaba katmak gerekir.
Hukuktaki yanlışlıklar
Bu konuda bugüne kadar çok yazdım ama yanlışların ardı arkası kesilmiyor. Öyle hatalar ki Profesör Süheyl Batum’un dediği gibi bu hataları yapanların değil mezun olmak hukuk, siyasal bilgiler, kamu idaresi gibi daha çok birçok fakültede sınıf geçmesi bile mümkün değil. Örneğin İstanbul 45. Asliye mahkemesi gibi bazı mahkemeler Anayasa’nın 79 ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 21. maddesini hiçe sayarak Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) yetki alanına giren alanda karar alabiliyor. Hukuk nosyonu olan herkesin bildiği gibi, bir yargıcın yapması gereken ilk iş o alanda yetkili olup olmadığını Anayasa’ya, yasalara gerekirse içtihatlara bakarak saptaması elbette. Ama ay başında bu mahkeme kendini yetkili görerek, CHP İstanbul İl Başkanlığı’na ara kararla bir “çağrı heyeti” atayabiliyor. Daha da vahimi, aynı konuda daha sonra Ankara 3. Asliye Mahkemesi’nin esastan aldığı karara uymaması. Bu yanlış kararın üstüne atlayan İçişleri Bakanlığı da CHP İl Başkanlığı binasını binlerce polisle adeta işgal edebiliyor. Yetmiyor, bina parti yönetimi tarafından “Genel Başkan Çalışma Ofisi” olarak değiştirildiğinde, bu işlem günlerce yürürlüğe konulmuyor. Bu arada, polisin CHP’li milletvekillerine yönelik orantısız güç kullanılması da cabası. Bu olan bitenin bir hukuk devletiyle bağdaşır bir tarafı var mı?
Önceki yazılarımda altını çizdiğim gibi, özellikle CHP’li seçilmişlere karşı en hafif tabiriyle uygulanmayan anayasa maddeleri ve hukuk kuralları var. Bunları tekrar tekrar yazmaya gerek yok. Ama geçen gün görülen İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun iptal edilen diploması davası asrın fıkrası olacak kadar gülünç bir durumu yansıtıyor. Böyle kişiye özel bir davanın açılması bile bir hukuk devletine yakışmıyor. Bu kişiye özel dava, İBB ve diğer CHP’li belediyelere yönelik diğer davalar, İstanbul İl Kongresi davası ve CHP’nin geçen dönemki Kurultayı hakkında Ankara’da görülecek dava, Özgür Özel’in dediği gibi, kaybedilen yerel seçimlerin adeta rövanşı izlenimi veren siyasi nitelikli davalar. Bu davaların seçimleri kazanma şansı giderek artan CHP’ye karşı “yargı yoluyla” girişilen bir yıpratma politikasının sonucu olduğu tezine inanmak için hukukçu olmaya gerek yok. Halkın büyük bölümü bu davalara böyle bakıyor, içinden turplar veya ahtapot çıkmasını beklemiyor.
İktidar cephesi CHP’ye yönelik davaların yine CHP’li muhalifler tarafından açıldığı ve olan bitenin ana muhalefetin kendi iç sorunu olduğu görüşünü medyaya pompalıyor. Ama partililerin gösterdiği tepkiye bakılırsa, bu muhalif isimlerin tabanda pek karşılığı yok. Bu da CHP’li küçük bir grubun iktidar tarafından ana muhalefeti yıpratma amacıyla desteklendiği izlenimi veriyor. AK Parti bununla da yetinmiyor, ayrıca seçilmiş bazı CHP’lileri transfer ederek kendince gövde gösterisi yapıyor. Ama bu transferler AK Parti’nin halk nezdinde güvenirliğini arttırmıyor. Hem tutuklanan hem de transfer olan yerel yöneticilerle sadece halkın muhalif kesiminin iradesi çalınmış oluyor. Özetle, halkın izlenimi, yargının siyasallaştığı ve CHP’nin öcüleştirilerek, mümkünse bölünerek seçimlere gidilmesinin sağlanması yönünde.
Bir iktidar esas itibariyle yaptıkları veya yapamadıklarıyla değerlendirilir. Karşısında yer alan CHP veya diğer muhalefet partileri üzerinden değil. Nitekim CHP’ne yerel seçimlerde desteğin artmasının en önemli nedenlerinden biri de iktidar politikalarının protesto edilmesiydi. İktidarın ekonomik ve sosyal politikalarında değişiklik olmadığı halde -ki bundan sonra artık çok geç- siyasallaşmış yargı üzerinden sonuç alması imkânsız. Hatta bu nedenle daha da oy kaybediyor. Yanlışta ısrar dediğim de bu.

Yorum Yazın