Gerçek midir yoksa şehir efsanesi mi bilmiyorum ama çok anlatılan bir hikâye vardır. Eski başbakanlardan Süleyman Demirel’e sormuşlar: “Sayın Başbakan, Türkiye’nin durumunu tek bir sözcükle anlatsaydınız ne derdiniz?” diye. O da “İyidir” demiş. “Peki iki sözcükle anlatsaydınız nasıl olurdu?” diye sormuşlar. O da “İyi değildir” demiş.
Buna benzer şekilde “Türkiye’de ırkçılık ve ayrımcılık var mıdır?” sorusunu tek kelimeyle cevaplayacak olsak herhalde “Yoktur” deriz. Birden fazla sözcükle cevaplamamız gerekse herhalde “Türkiye’de ırkçılık ve ayrımcılık olduğu farkına varılamayacak kadar çoktur.” dememiz gerekir.
Neden böyle düşündüğümü açıklamaya çalışacağım
Öncelikle tabii yine kavramsal olarak “ırkçılık” ve “ayrımcılık” ifadelerinden ne anlıyoruz, kısaca ona bakmakta bir yarar var. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde ırkçılık “İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren öğreti; rasizm” olarak tanımlanıyor. Aynı şekilde Oxford Sözlüğünde “Belirli ırklara ya da coğrafi kökenlere sahip insanların haklarını, ihtiyaçlarını, onurunu veya değerini tanıyamama ya da bunları tanımayı reddetme” olarak ifade ediliyor. Öte yandan “ayrımcılık”, TDK Sözlüğünde “insanlara ırk, din, cinsiyet, sosyal durum gibi belli özelliklerinden dolayı eşit davranılmaması, fark gözetilmesi” olarak tanımlanıyor. Yine Oxford Sözlüğünde ise ayrımcılık kabaca “İnsanlara; cinsiyet, ırk, yaş, din, engellilik gibi özellikleri nedeniyle adil olmayan veya farklı muamelede bulunma” olarak tanımlanıyor.
Dolayısıyla çok genel olarak ayrımcılığı “insanlara herhangi bir özellikleri nedeniyle (ırk, din, dil, cinsiyet, yaş, engellilik, siyasi görüş vb.) eşit davranmamak” olarak tanımlarsak ırkçılığı da bu ayrımcılığın “ırk, etnik köken veya ten rengi” gibi nedenlerden dolayı uygulanan özel bir türü olarak düşünebiliriz. Bu kavramların felsefi, sosyolojik, kültürel tanımlarının da bir ölçüde de olsa kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişebildiğini biliyoruz. Bu anlamda ben bu yazı genelinde biraz daha geniş bir açıdan bakarak ırkçılık ile ayrımcılık kavramlarını birbirine yakın ve “çeşitli özellikleri nedeniyle eşit tutulmama, farklı bir muameleye tabi tutulma” anlamında kullanacağım.
Aslında felsefenin kadim sorularından olan “İnsan bencil midir yoksa toplumsal bir varlık mıdır?” ya da “İnsan fırsatını bulduğunda zayıf olanı ezer mi yoksa diğer bireylerle iş birliği yapma eğiliminde midir?” gibi sorular da fazlasıyla tartışmayı hak eden konulardır. Ancak şunu biliyoruz ki insanlığın on binlerce yıllık tarihi boyunca çok çeşitli etmenlerle şu anki toplumsal yapılar oluşmuş durumda ve bugün biz bu gerçeklikle karşı karşıyayız. Her bir birey doğduğunda bu toplumsal, kültürel, siyasal ortama doğuyor ve kendinden önce oluşturulmuş bu gerçekliğe maruz kalıyor. Hatta daha sonra da onu bir şekilde yeniden üreten (ya da değiştiren) tarafta yer alıyor. Bu anlamda ben yine bu yazı genelinde konunun geçmişine gitmeyip sadece bugün içinde bulunduğumuz gerçeği temel alacak şekilde tartışmaya çalışacağım.
Bu kısa girişten sonra tekrar başlıktaki konuya dönersek. Evet, Türkiye’de ırkçılık ve ayrımcılık bir şekilde (daha doğrusu çok çeşitli şekillerde) yapılıyor. Aslında buna her bir birey, her birimiz hemen her gün maruz kalıyoruz. Ancak bazılarımız bir yönüyle, bazılarımız iki, bazılarımız üç, bazılarımız on bazılarımız daha fazla yönüyle bu ayrımcılığı yaşıyoruz. Her birimiz ve her zaman yaşadığımız için de bunun bir ırkçılık ya da ayrımcılık olduğunu fark edemeyecek ölçüde de kanıksamış bulunuyoruz. “Ol mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler” (Hayâlî)
Neden böyle düşünüyorum, biraz somutlaştırmaya çalışayım. Öncelikle belki şu noktayı vurgulamakta yarar var. Türkiye’de tarihsel olarak ırkçılık genellikle “siyahi insanlara uygulanan baskı” olarak anlaşılmış nedense. Yani örneğin sokakta bir kişiye “Irkçılık nedir?” diye sorsak çok kuvvetle muhtemel alacağımız yanıt “Zencilere yapılan baskı ve ayrımcılıktır.” olacaktır. Bu nedenle de ülkemizde insanların çok ezici bir bölümü “Türkiye’de ırkçılık var mıdır?” sorusuna “Hayır, kesinlikle yoktur.” derler. Tabii bu yanıtın en temel gerekçesi muhtemelen Türkiye’de toplumsal yaşamda -henüz- yeterince siyahi insanla karşılaşmıyor olmamızdır. Yani “Etrafımda zenci yok ki neden ırkçılık olsun?” Tabii bu ifade biraz “Zenci olursa o zaman ırkçılık da olur.” ifadesini de çağırıyor ama neyse ki o kadar yaygın bir siyahi kitlemiz yok. Ama olduğunda da zaten yaptığımızın ırkçılık olduğunu bile anlamayacak kadar içselleşmiş bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Geçmiş yıllarda bir kulübümüzün başkanı, o zamanki futbolcusu için söylediği iddia edilen “Bir yamyam alıyoruz”, “Rengi bozuk” gibi ifadelere futbolcu tepki gösterdiğinde çok şaşırmış ve “Ne oldu ki, ben şaka yaptım.” demişti.
Aslında tabii ki o dönemde belki böyle düşünen ya da “şaka yapan” kişi yalnızca başkan değildi. Ayrıca o günden bu zamana aradan geçen 20-25 yılda bu konudaki duyarlılıklarda da büyük bir artış oldu. Ancak geldiğimiz nokta itibariyle bu sorun çözüldü mü yoksa çok daha çeşitlenerek arttı mı o da ayrı bir tartışma konusu tabii.
Tekrar günümüze dönersek gerçekten de bugün ülkemizde ayrımcılığa tabi tutulduğunu hissetmeyen, iddia etmeyen tek bir kişi bile bulmak mümkün değildir. Bunun en temel nedeni, bence henüz bizim gibi ülkelerde “birey” ve “vatandaş” kavramlarının yeterince bilince çıkmamasıdır. Ayrıca bireysel hakların yeterince yasal, toplumsal ve kültürel olarak güvenceye kavuşmamış olduğunu düşünüyorum. Ne demek istediğimi biraz daha somut örneklerle açıklamaya çalışayım.
Örneğin zaman zaman sokakta karşılaştığımız görme ya da yürüme engelli bir bireyi düşünelim. Özellikle büyük şehirlerde ve kalabalık bir ortamda birbirini ezerek otobüse binmeye çalışan insanlar için ilk hedef genellikle bu engelli bireyler oluyor. Çoğu insanın onlara kızdığını ve “bu halinle sokakta ne işin var, evinde otursana” diye düşündüğünü ve zaman zaman bunun da dile geldiğini görüyoruz. Bunun temel nedeni, insanların engelli bireyleri kendileriyle eşit haklara sahip birer birey/vatandaş olarak görmemelidir. Onları “benim gibi bir insan”, “benimle eşit haklara sahip bir birey” olarak görmeyip sadece kalabalıkta akışı yavaşlatan birer engel olarak görünce bu anlamsız tablo ortaya çıkıyor. Herhalde şu gerçeği net bir şekilde ifade edebiliriz: Toplumumuzda çok yaygın bir şekilde engelli bireylere yönelik ayrımcılık yapıyoruz. Ve ne yazık ki pozitif değil, negatif bir ayrımcılık bu.
Biz, yaşlılara saygı gösterdiğini iddia eden, bununla övünen bir toplumuz. Bununla ilgili çok sayıda ata sözümüz, kıssamız vd. var. Buna karşın ilginç bir şekilde yaşlılarımıza da ayrımcılık yapıldığını düşünüyorum. Bugün ülkemizde belirli bir yaşı geçmiş insanların iş hayatında yer bulmaları oldukça zor ve gittikçe daha da zorlaşıyorlar. Örneğin finans, havacılık, reklam vb. sektörlerde çalışan insanların yaş ortalamasına bakalım. Artık 50 hatta neredeyse 40 yaşın üzerinde insan çalışamaz hale geldi. Yani artık birçok işyeri/sektör için yaş, işe girmede önemli bir engel durumunda. Bir insan sadece yaşı genç olmadığı için cezalandırılıyor. Bugün ülkemizin ekonomik koşullarında bir insanın emekli maaşıyla geçinmesi mümkün değil. Yaştan dolayı da büyük çoğunluğun çalışma şansı yok. Bunun dışında da yaşlıların ayrımcılığa tutulduğu çok sayıda örnekle karşılaşabiliriz. Bugün toplu taşımada yaşlı birisini görsek çoğu insan hemen “Bu yaşta dışarıda ne işin var, kalabalık ediyorsun, evinde otursana.” diyor. Ya da herhangi bir konuda görüş bildirecek olsa “Bunak, sen ne anlarsın!”, “Boomer/Moruk, sen bilmezsin!” gibi ifadeler artık çok daha fazla yaşantımızın içinde. Dolayısıyla genellikle yaşlı insanlara da bir ayrımcılık yapıldığını, çoğu insanın onları da kendileri gibi normal birer insan ve hakları olan birer birey gibi görmediklerini söylesek haksızlık etmiş olmayız sanırım.
Gerçek durumun ne olduğunu tabii ki bu vatandaşlarımız çok daha yakından yaşayıp biliyorlar. Ama benim net bir şekilde gördüğüm, böyle bir ruh hali içerisinde yaşadıkları. Askerlik, devlet görevine gelememe, can korkusu ve daha bir sürü şey. Bu vatandaşlarımıza yönelik ayrımcılık olduğu sürece bizim toplum olarak vicdanımızın rahat olması mümkün değildir.
Yaşlılara ayrımcılık yapıyoruz da çocukları koruyoruz mu? Hayır, onları eksik bırakmıyoruz, onlara da ayrımcılık yapıyoruz. Çocukları sevmek, onlar için elinden gelen her şeyi yapmak başka bir şey, onları birer birey olarak görüp haklarına saygı duymak başka bir şey. Bugün toplumsal yaşamda çoğu yerde çocuklar birer birey olarak görülmüyor. Çoğunlukla onların isteklerine, iradelerine, seçimlerine saygı duyulmuyor. En iyi ihtimalle çocuğun iyiliği için diyerek onlar adına karar veriliyor ve iradeleri hiçe sayılıyor. Daha ötesinde açlık, yoksulluk, sağlıksız bir ortamda büyüme, eğitim, istismar konusu vb. birçok açıdan baktığımızda çocuklarımıza yeterince saygılı ve özenli davranmadığımız ortada. Her şey bir yana “Su küçüğün, söz büyüğün” anlayışı devam ettiği sürece çocukların kendilerini ifade edebilmeleri mümkün olur mu?
Çok benzer şeyleri ergenler, gençler için de söyleyebiliriz. Kendilerini hakları olan birer insan, özgür birer birey olarak hissediyorlar mı? Kendilerini ifade etme şansları var mı? Düşüncelerini, hayallerini, becerilerini hayata geçirme şansları bulabiliyorlar mı? Yoksa evde, okulda, toplumda her zaman geri planda mı kalıyorlar? Anneleri, babaları, dedeleri, amcaları, öğretmenleri, büyükleri onlar adına konuşup onlar adına mı karar veriyorlar? Gençlere bir sorsak mı acaba mutlu musunuz, kendinizi rahat hissediyor musunuz, haklarınızı kullanabiliyor musunuz, size yönelik bir ihmal ve ayrımcılık var mı diye?
Toplumumuzun yarısını oluşturan kadınlara yönelik bir ayrımcılık var mı acaba? Çok komik bir soru oldu değil mi? O zaman soruyu doğru bir şekilde soralım: “Kadınlara yönelik ayrımcılık bugün hangi boyutta?” Çocuk yaşta evlendirmeden okula gitmeye, aile içi şiddetten çalışma hayatına katılmaya, her yerde maruz kalınan tacizden eşit işte alınan eşit olmayan ücrete ve daha binlerce konuya bakarsak zaten kadınlara uygulanan ayrımı her yerde ve her an görebiliriz. Evet, toplumda belki de en yaygın olan ayrımcılık ne yazık ki kadınlara yapılıyor ve bu konuda alınması gereken çok fazla yol var daha.
Ülkemizde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmalarına rağmen nedense çoğu zaman değillermiş gibi bir algı içinde yaşayan Ermeni, Rum, Yahudi, Hristiyan, Ezidi vb. vatandaşlarımızın durumu nasıl acaba? Diğer vatandaşlarla aynı haklara sahip olduklarını düşünüyorlar mı? Ülkemizde gönülleri rahat, güvenli bir şekilde yaşıyorlar mı? Bir “güvercin tedirginliği” var mı yoksa bu ülkenin gerçek birer sahibi gibi özgürce, mutlu bir şekilde hayatlarını sürdürebiliyorlar mı? “Affedersiniz Ermeni”, “Rum tohumu”, “Yahudi”, “Ermeni dölü” vb. ifadeleri duyduklarında ne hissediyorlar? Bu konuyla ilgili örnek olması açısından çok basit bir gözlemimden bahsetmek istiyorum. Mesleki olarak çok donanımlı, çok yetkin bir abimiz vardı. Türkiye’nin en büyük bankalarından birisinde çalışıyordu. İş hayatında gördüğü muameleyle ilgili şöyle bir cümle söylemişti: “Bizim iş hayatında yükselmemiz, terfi etmemiz vs. için normal (!) bir insanın beş katı çalışmamız, beş kat başarı göstermemiz gerekir. Aynı şekilde normal (!) bir insan belki beş kez hata yapsa da görmezden gelinebilir. Ama bizim tek bir hatamız sonumuz demektir.” Gerçek durumun ne olduğunu tabii ki bu vatandaşlarımız çok daha yakından yaşayıp biliyorlar. Ama benim net bir şekilde gördüğüm, böyle bir ruh hali içerisinde yaşadıkları. Askerlik, devlet görevine gelememe, can korkusu ve daha bir sürü şey. Bu vatandaşlarımıza yönelik ayrımcılık olduğu sürece bizim toplum olarak vicdanımızın rahat olması mümkün değildir.
Yine ülkemizde (aslında ne yazık ki hala dünyada da) Romanların durumu. Ayrımcılığa en çok uğrayan toplumsal kesimin başında geliyorlar muhtemelen. Ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik, akademik vd. birçok anlamda yaşadıkları ayrımcılığı ortadan kaldırmamız ve onların da kendilerini diğer herkes gibi eşit olarak hissetmelerini sağlamamız gerekir. Geçmişe göre bu konuda çok yol alındığını görüyoruz neyse ki ama yine de alınması gereken çok yolun olduğu da ortada. Aynı şekilde çoğunlukla sessiz kalınsa da diğer toplumsal kesimlerin de haklar ve özgürlükler anlamında kendilerine ayrımcılık yapıldığını hissettikleri zamanların olduğunu biliyoruz. Örneğin Lazlar. Çoğu zaman fıkralara gülsek de aslında burada alttan alta bir ayrımcılığın yaşandığını hissedebiliyoruz. Ya da ülkemizdeki Gürcü, Çerkes, Arap, Boşnak, Tatar vd. vatandaşlarımız. Her ne kadar ortada bir sorun yokmuş gibi görünse de bu toplumsal kesimlerin içinde olup da dil, kültür vd. açılardan ayrımcılığa uğradığını düşünen birçok yurttaşımız bulunuyor.
Aynı şekilde yakın zamana kadar başörtüsü konusunda yaşanan sıkıntılarla kendini gösteren dindarların uğradığı ayrımcılığın hangi boyutlara geldiğini geçmişte gördük. Bunun yanında ülkemizde Alevi vatandaşlarımızın yaşadığı ayrımcılık ortada. Hala çoğu zaman isimlerinin küfür niyetine kullanıldığını biliyoruz. Hala can güvenliği vb. açılardan rahat olmadıklarını, zaman zaman tedirginlik içinde yaşadıklarını görüyoruz. Yine özellikle şu dönemde dine mesafeli olanların, deistler/ateistler gibi çeşitli kesimlerin de kendilerini rahat ifade edemediklerini görüyoruz. Dinle ilgili yapılan en küçük bir yorum, dile getirilen en küçük bir sıkıntı, söylenen en masum bir söz hemen “dine saldırı”, “halkın dini değerlerini aşağılama” vd. gerekçelerle hukuksal olarak cezalandırılıyor. Halkımızın cezayı doğrudan kendisinin vermek istediği Madımak vb. olayların da tamamen geçmişte kaldığı duygusu henüz her kesimde egemen olamadı ne yazık ki.
“Bu Kürtler size ne yaptı?”
Irkçılık ve ayrımcılık deyince Kürtlerle ilgili ayrı bir başlık açmak gerekir sanırım. Sevgili Sırrı Süreyya’nın ifadesini biraz değiştirerek ödünç alırsak: “Bu toplum bu Kürtlerden ne istiyor? Bu Kürtler size ne yaptı?” Birkaç tane sol-sosyalist partiyi dışarıda bırakırsak AKP, CHP, MHP ya da herhangi bir parti ayırt etmeksizin bütün partilerin bir yandan sürekli “Biz Kürtleri seviyoruz.” deyip her fırsatta Kürtlere vurmalarının nedeni ne? Bunlar bu ülkenin vatandaşı değil mi? Bunlar insan değil mi? Bunlar Müslüman değil mi? Bunlar işçi, emekçi, çalışan değil mi? Milliyetçiler vatandaş olarak, Müslümanlar Müslüman olarak, Sekülerler Seküler olarak görmüyorlar. Suçlu olduklarında da dayak yiyorlar, hiç suçları olmadığında da. Şöyle yapsalar da aşağılanıyorlar, böyle yapsalar da. Örneğin son günlerde yaşanan Bursaspor, Leyla Zana, Uludağ gazoz vb. konusu. Bu insanlar yine ne suç işlediler de bu kadar çok küfre, aşağılanmaya, hakarete uğruyorlar? Yoksa artık onların suçundan, günahından bağımsız olarak sırf Kürt oldukları için mi sürekli böyle bir aşağılanmaya maruz kalmaya devam edecekler? Bir insanı hata yaptığı için eleştirebilirsiniz ya da suçluysa cezalandırabilirsiniz. Ama bir toplumsal kesimi hem de durup dururken aşağılıyor, saldırıyorsanız orada artık hatadan, suçtan, günahtan bahsedemiyoruz. Burada ırkçılığın tanımını tekrar hatırlatayım: “İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren öğreti.” Bu insanlara yapılan yazık değil mi? Ayıp değil mi? Günah değil mi? Yapılanlar yasa dışı değil mi? Kim olursa olsun toplumun bir kesimine böyle saldıran bir kesimin kendisine saygı duyması, kendisiyle barışık olması, mutlu olması mümkün mü?
Kendimize değer vermenin, saygı duymanın, haklarımıza sahip çıkmanın yolu; başkalarına (ve ama herkese) değer vermek, onlara saygı duymak ve onların benimle/bizimle eşit şekilde haklarını kullanarak yaşamalarına destek olmaktır.
Sonuç
Toplumda sıkça gördüğümüz ayrımcılık türleriyle ilgili yukarıda birkaç örnek vermeye çalıştım. Bunların dışında da bu ayrımcılığın bin çeşidini günlük hayatta gördüğümüzden emin olabiliriz. Örneğin vücut şekli (kısa boylu, şişman, cüce, kambur, cilt problemi yaşayan vb.) nedeniyle aşağılanan çok sayıda insanımızın olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde yoksul olduğu için, fakir mahallelerden geldiği için, kıyafeti marka olmadığı için, kapıcılık yaptığı için diğer insanlarla kendisini eşit hissetmeyen bir sürü vatandaşımızın olduğunu görüyoruz. Farklı cinsel yönelimleri nedeniyle ayrımcılığa hatta şiddete uğrayan, iş bulmakta zorlanan, can güvenliği sorunu yaşayan birçok vatandaşımızın olduğunu biliyoruz. Göçmenlere, Suriyelilere, Afrika’dan gelenlere, çekik gözlülere, aksanı nedeniyle aşağılananlara çok yerde rastlıyoruz. (Orta Anadolu şehirlerinden birisinden beyaz yakalı bir arkadaşım çok başarılı olmasına karşın İngiltere’ye yerleşip orada yaşamaya/çalışmaya başladı. Nedenini sorduğumda verdiği cevap çok ilginçti: Abi benim bu şiveyle iş hayatında bir yere gelmem mümkün değil.”) Okumadığı için, diploması olmadığı için hatta okuduğu okul nedeniyle kendine güveni olmayan, aşağılanan bir sürü insanla karşılaşıyoruz. (“Dağdaki çobanla benim oyum bir mi?”) Çeşitli sağlık sorunları (HIV, psikolojik sorunları olanlar vb.) bulunan insanlara farklı bir gözle bakıldığını hissediyoruz. Düşünce veya ideolojisi bulunduğu ortama uymayan insanların mağdur olma durumlarıyla karşılaşabiliyoruz. Evli olmadığı, evliyse çocuğu olmadığı, boşandığı, bekar anne olduğu vb. gibi gerekçelerle farklı gözle bakılan insanlarla sıkça karşılaşıyoruz. (“Bekara ev yok!”)
Gördüğümüz gibi eğer istersek kendimiz dışındaki herkesi ötekileştirecek bir yol bulabilir, onları bir şekilde aşağılayacak malzemeyi üretebiliriz. Ancak bunun doğru, mantıklı, ahlaki ve yasal bir yol olmadığı ortadadır. En basit mantıkla başka birisi de bir yönümüzden dolayı bizi ötekileştirebilir, ayrımcı davranabilir. Dolayısıyla doğru, mantıklı, ahlaki, yasal olan; ırkına, rengine, ulusuna, şekline, giyimine, yaşına, cinsine, fikrine, düşüncesine, inanışına, görünüşüne, diline, şivesine vb. hiçbir özelliğine bakmadan tüm insanların “bizim gibi”, “benim gibi” birer insan olduklarını; “bizimle”, “benimle” eşit haklara sahip olduklarını bilmek, bilince çıkarıp içselleştirmek ve tüm hayatımız boyunca ona göre davranmaktır. Yani kendi içimizde bulunan (bende ve her birimizde değişen oranlarda var olan), birilerine yönelmiş ırkçılığı ve ayrımcılığı keşfedip onu içimizden söküp atmaktır. Bilerek ya da bilmeden içimizde tuttuğumuz ırkçı/ayrımcı düşünce ve davranışlardan kurtulmadığımız, onları içimizde yaşatmaya devam ettiğimiz sürece bizim de ayrımcılığa uğramaktan ve dolayısıyla aşağılanmaktan, mutsuz olmaktan başka seçeneğimiz yoktur. Bugün de buna benzer şeyler yaşıyoruz zaten: İnsanlara en çok ayrımcılık yapan, insanları en çok aşağılayan kişiler, aslında -kendileri farkında olmasalar da- en çok ayrımcılığa uğrayan ve en çok aşağılanan insanlardır. Dolayısıyla kendimize değer vermenin, saygı duymanın, haklarımıza sahip çıkmanın yolu; başkalarına (ve ama herkese) değer vermek, onlara saygı duymak ve onların benimle/bizimle eşit şekilde haklarını kullanarak yaşamalarına destek olmaktır.


























Yorum Yazın