Geçenlerde bir TV programında Bahçeli’nin Erdoğan’a verdiği 29 Ekim hediyesini yorumlamaya çalışırken buldum kendimi. O gün televizyonda söyledim. Bugün ise derli toplu bir şekilde burada yazmak istiyorum. Türkiye’de siyaset giderek daha fazla kapalı kapılar ardında yapılan, batini, ezoterik bir etkinliğe dönüştü. Sürekli bir şekilde tavırları, sembolleri, jestleri ve mimikleri yorumluyoruz. Bu normal değil. Ülkede pek çok ters gidiyor. Politikanın politik bir etkinlik olmaktan çıkarak bir susma, rol yapma ve tavır koyma eylemine dönüşmesi de bu açıdan oldukça manidar.
Siyasetin temeli aleniyettir. Söyleyecek sözü, sözünü eyleme dökecek kadar gücü olanlar siyasette varlık gösterir. Siyasi tarihin büyük eylemler, düşünce tarihinin ise güçlü argüman ve kapsayıcı ideolojilerle birlikte anılması bu nedenle tesadüfi değil. Ancak son yarım asırda bu durum kararlı bir şekilde değişti. Önce ideolojiler aşındı. İdeolojilerin eskisi kadar çekici olmaması vaat ve umudun tükenişi gibi bir anlama geliyordu. Bu duruma paralel bir şekilde politik etkinlik imaj ve halkla ilişkilere indirgendi. Biz politika olarak öznelerin performans sanatını izlemeye başladık. Söylenen söz önemsizleşti. Hatta kimin söylediği meselesi de. Geriye sadece halkın duymak istediği şeyleri duygulara hitap edecek şekilde dile getiren kişiler ve onların kısa sürede kendisini tüketen hisleri kaldı. Son kertede deneyimlediğimiz şey diyalog, müzakere ve tartışmanın politikadan çekilmesi gibi bir anlamı içinde barındırıyordu.
Türkiye’deki durum ise bu genel bozulmayı aşan bir içeriğe sahip. Siyasette elitizm en belirgin sorun. Halkın karşısında yapılan politikayla gerçekte olan arasındaki fark çok arttı. Açık beyanatlar çoğu kez gerçeği yansıtmıyor veya kamuoyu önünde dile getirilen söylem hakikatin sadece bir kısmını ifade etmekte. Muhalefet ve iktidar bakımından bu genel tespiti örneklendirelim. Mesela 6’lı masa süreci. 6’lı masanın aktörleri aralarında adaylık bakımından sorun olmasına rağmen son ana kadar bu meseleyi kendi aralarında ve kamuoyu önünde açıkça tartışmadılar. Bu aleniyet ve samimiyet eksikliği adaylık krizine yol açtı.
Kılıçdaroğlu’nun muhalefetin ortak adayı ilan edilmesi yine de mümkün oldu. Ama son düzlüğe girerken sağ muhalefet içindeki Kılıçdaroğlu karşıtlığı daha da belirgin hale geldi. Hikayenin sonunu hep beraber deneyimleyerek yaşadık. Tek bir örüntü haline gelebilmek için harcanan onca emek birkaç hafta içinde tükendi. Yok olan sadece başarı ihtimali değil, geniş muhalif kitlenin geleceğe dair umuduydu.
Gerçekte olan ile görünürde tartıştığımız gerçeklik arasındaki fark ikinci açılım sürecinde de fazla. İktidara yakın çevreler büyük bir iyimserlikle PKK’nin tarihe karıştığı o büyük ve mutlu sona ilerlediğimizi düşünüyor. Ama Suriye PKK’sı silah bırakmıyor yine de. Dahası PKK ana kampları da silahsızlanmadı. PKK tarafı af veya af benzeri bir infaz düzenlemesi beklemekte. Türkiye Cumhuriyeti ise ilk çözüm sürecinden çıkarılan dersle PKK’ya güvenmediğinden geniş kapsamlı bir silah bırakma süreci olmadan yasal düzenleme yapmaya yanaşmıyor. Çözüm süreci için kurulan komisyon ise bu temel gerçeği konuşmak yerine insanları dinleyip halkla ilişkiler faaliyeti yürütmekte. Ama kulisler kaynıyor. Hemen herkes çözüm sürecinde bir şeylerin eksik veya yanlış gittiğinin farkında. Sürece destek veren partiler bu durumu açıkça ifade etmiyor ama.
Sonuç olarak insanlarımız dert, itiraz, tavır ve taleplerini doğrudan dile getirmek yerine sembol ve jestlere başvuruyor. Doğrudan konuşmanın yerini ima yoluyla iletişim aldı. Aracılar aracılığıyla konuşmak, halkın önünde başka, kapalı kapılar arkasında başka tavır takınmak yaygınlaştı. Yakındığımız şey aslında siyasetin ezoterikleşmesi. Bu durumun demokratik siyaset bakımından bir yozlaşma olduğu ise çok açık bir olgu olarak önümüzde durmakta.























Yorum Yazın