Yeni yıl bende hiçbir zaman bir “başlangıç” hissi yaratmadı. Daha çok bir yoklama gibi gelir: hâlâ burada mısın, hâlâ aynı yükle mi yürüyorsun? Takvim değiştiğinde olan biten şey, hayatın hafiflemesi değil; beklentilerin yeniden kurulmasıdır. Her yıl başında aynı niyetler, aynı cümleler dolaşıma girer. Sanki insan, kendini bir kez daha ikna ederse bu kez farklı olacakmış gibi.
Zamanla kurduğum ilişki zaten sorunlu. Takvim, zamanı ölçmekten çok onu evcilleştirme girişimidir bana göre. Bölüyor, çerçeveliyor, başlangıçlar ve bitişler icat ediyoruz. Çünkü zamana bütünüyle bakmak zor; insanı ezer. Hans Blumenberg’in söylediği gibi mitler, gerçeği gizlemek için değil, onunla yaşayabilmek için araya konan mesafelerdir (mit, dayanılmaz gerçeklikle aramıza koyduğumuz bir yastıktır). Yeni yıl da böyle bir mit üretir: Kaosu takvimlenmiş bir düzene çevirir. Ama mit, açıklamak yerine yerini almaya başladığında, artık oyalamaya dönüşür.
Bu yüzden yıl dediğimiz şey bireysel bir deneyimden çok, topluca kabul edilmiş bir eşik hâline gelir. Aynı anda sevinmemiz, umutlanmamız, “geride bırakmamız” beklenir. Yeni yıl, kişisel bir karar anı değildir; kolektif bir sahnedir artık. Siegfried Kracauer’in kitle kültürüne dair sezgileri tam da burada devreye girer: Modern toplum, gerçekliği doğrudan yaşamak yerine temsiller aracılığıyla tüketir (yaşamak yerine yaşanmış gibi yaparız). Işıklar, geri sayımlar, temenniler… Hepsi aynı duyguyu üretmeye ayarlanmış bir dekor gibidir. İnsan kendi hayatına bakmak yerine, herkesle birlikte aynı geleceğe bakar.
Sahne büyüdükçe hayatın içeriği küçülür. Tempo artar, vaatler çoğalır ama yaşanan şey değişmez. Daha üretken olacağım, daha mutlu olacağım, daha “kendim” olacağım. Hartmut Rosa’nın hızlanma dediği şey tam da budur: Hayat hızlanır ama temas azalır (ilerlediğimizi sanırken aslında etrafımızdaki dünyayla bağımız kopar). Hızlanan çoğu zaman hayat değil; beklentidir. Beklenti hızlandıkça hayal kırıklığı da büyür.
Yeni yıl yalnızca gelecekle ilgili değildir; geçmişle kurulan ilişkiyle de ilgilidir. İleriye bakmayı kutsarken geriye bakmayı neredeyse ayıp hâline getirir. Oysa geride kalanlar yerinde durur. Yoksulluk, adaletsizlik, kayıplar… Takvim yaprağı değişince ortadan kalkmazlar. Walter Benjamin’in ilerleme fikrine koyduğu itiraz burada anlam kazanır: İlerleme, çoğu zaman biriken enkazı görünmez kılan bir anlatıdır (her "ilerleme" bir yıkım ve kayıp yığını üzerine kuruludur). Yeni yıl bu anlatıyı estetikleştirir; hatırlamak yerine “devam” deriz.
Tam bu noktada umut kelimesi belirir. Ama umut ne yapar?
Bekler mi, talep mi eder? Ernst Bloch’un umudu edilgen değildir; “henüz olmayan”ın bugünden sorumluluk istemesidir (umut, şimdiki zamanın içindeki bir eksiklik ve onu tamamlama arzusudur, tabi bence). Bugünün yeni yıl umudu ise çoğu zaman bir erteleme tekniği gibi çalışır. Şimdi değil, sonra. Bugün değil, Ocak’ta. Umut eylemden koptuğunda, geriye yalnızca temenni kalır.
Sisifos’u hep yokuşun başında hayal ederiz; alnı terli, dişleri sıkılı. Oysa asıl sahne yokuşun dibidir. Taşın yeniden yere değdiği an. Gürültü yok, alkış yok, tanık yok. Kısa bir duraksama. Sisifos taşın önünde durur. Taşın düşeceğini bilir. Yine de oradadır. Taş düşer; tarih değişir. “Bu kez” der. Taş kelimeleri duymaz. Albert Camus’nün Sisifos’u mutlu hayal etmemizi istemesi bir teselli değil, bir yanılsamadan vazgeçme çağrısıdır (sahte kurtuluş umutlarını bırakıp, absürdü kabul ederek özgürleşmek).
Doğduğumda annemin nüfusuna yazdırılmışım. Kendimi artık yetişkin diye tanımladığım yaşa kadar da o soyadı ile bütünleştim. İlkokul, ortaokul, lise ve ilk üniversite diplomam da o soyadı durur. Ardından yeni bir "yeni" girdi hayatıma. Ahh evet evlendim ve o soyadıma bir soyadı daha eklendi. Kısmen yeni bir başlangıç idi ama ben değişmiş miydim?
Cevabı sona bırakayım.
Hayat bana şunu öğretti: İsim değiştirmek, içerik değiştirmek değildir. Soyadı değişince geçmiş silinmediği gibi, rejim değişmeden “yeni” demek de hafızayı sıfırlamaz. Eğitim sisteminin adını değiştirmek, çocukların yükünü hafifletmez; anayasanın başına “yeni” eklemek, adaleti kendiliğinden üretmez. Tıpkı benim hayatımda olduğu gibi: “Yeni” geldiğinde her şey düzelmedi; sadece başka bir eşikle yüzleştim.
Ardından garip bir "yeni" girdi hayatıma. Artık evli, parasını kazanan, anne olan bir kadındım. Ve biyolojik babamla tanıştım.
Döndük mü başladığımız yere?
Bu sefer süreçler, umutlar, yeni heyecanlar ile annemden bana kalan soyadını bırakıp sanki tüm hayatımda yanımda o varmış gibi babamın soyadını yazdırdık nüfus cüzdanıma... Dedik ya yazının bir yerinde umut diye, bizim hikayemizde her şeyin bu yeni haliyle daha iyi olacağı umuduyla ilerlerken bu sefer acı bir "yeni" ile eksildik. Bundan sonra hayatımıza çok sonradan girmiş soyadım ve ben devam edecektik. Evet, bildiniz: boşandım.
Belki de bu yüzden “yeni” kelimesi bende hep temkinli bir his bırakıyor. Hayatımda defalarca yeniye geçtim; adım değişti, statüm değişti, hikâyem yeniden yazıldı. Ama her seferinde aynı soruya çarptım:
Değişen gerçekten ben miydim, yoksa yalnızca biçimler mi?
Bu soru, sadece kişisel bir soru değil. Toplumsal hayat da aynı kelimeyle kendini sürekli yeniden ikna etmeye çalışıyor. “Yeni Türkiye”, “Yeni Eğitim”, “Yeni Anayasa”… Sözcük değişiyor, vaat tazeleniyor, ama yük tanıdık. Her “yeni”, bir öncekinin eksiklerini telafi edeceği iddiasıyla geliyor. Her seferinde “artık bu kez” deniyor.
Hayat bana şunu öğretti: İsim değiştirmek, içerik değiştirmek değildir. Soyadı değişince geçmiş silinmediği gibi, rejim değişmeden “yeni” demek de hafızayı sıfırlamaz. Eğitim sisteminin adını değiştirmek, çocukların yükünü hafifletmez; anayasanın başına “yeni” eklemek, adaleti kendiliğinden üretmez. Tıpkı benim hayatımda olduğu gibi: “Yeni” geldiğinde her şey düzelmedi; sadece başka bir eşikle yüzleştim.
Belki de bu yüzden “yeni” kelimesi bu kadar sık kullanılıyor. Çünkü gerçek değişim zahmetlidir; yüzleşme ister, sorumluluk ister, vazgeçiş ister. Oysa “yeni”, zahmetsiz bir umuttur. Takvimle, ışıklı tabelalarla, vaatlerle gelir. Sorgulamaz; oyalar.
Bana göre hayatın evreleri gibi geldi ve gitti yeniler.
(Edvard Munch’a saygıyla bir selam göndermek isterim burada)
Ne kattı sana deseniz, uzun uzun düşünürüm.
Hâlâ aynı mıyım derseniz, değilim.
Ama başladığım noktadaki kadar aidiyetsiz miyim?
Evet, neredeyse o kadar.
Ve belki de asıl soru tam burada duruyor: Bu kadar çok “yeni”nin olduğu bir yerde, neden hâlâ aynı yerden başlıyoruz?
Yazar Notu: Bu yazıyı 20'lik dişim zonklarken, Barış Manço'dan Dönence dinleyerek yazdım. Sanırım hayatın özeti bu: biraz sızı, biraz nostalji ve itmeye devam ettiğimiz taş.
Bir de masa altında 12 saniyede 12 üzüm yutarken 12 dilek tutmak, modern hayatın en komik çelişkisi. Çünkü hepimiz biliyoruz ki önümüzdeki 12 ay, aynı taşı 12 farklı açıdan itmekle geçecek. En azından üzümler tatlı ;)
Önümüzdeki döngüde, tekrarınız anlamlı, beklentileriniz makul, yokuşunuz bildik olsun. Yeni yılınız kutlu olsun.

























Yorum Yazın