Yurtsever olmak, birini lanetleyip, diğerini yüceltmek de değildir; her ikisinden (Serv ve Lozan) dersler çıkartıp, geleceğe ışık tutulmasını sağlamaktır. Çıkartılacak temel ders, mücadelenin sürekliliği ve her koşulda örgütlü olmaktır. Örgütlü güç, yenilmez çünkü…
“Altında ‘zat-ı şahane’nin imzası yok” deniyor ama 105 yıl önce 10 Ağustos’ta imzalanmıştı Sevr antlaşması. Yenilmiş Osmanlı’ya dayatılan şartların ağırlığı tartışılmazdı. O kadar ağırdı ki Damat Ferit dışında açıkça savunan yoktu o anlaşmayı. Hatta Padişah Vahdettin’in, “mecburi ve geçici imza taktiğiyle zaman kazanmak” için Meclis-i Mebusan’ı aldatma yoluna başvurduğu dahi ifade ediliyor.
Egemenler, çıkarları neyi gerektiriyorsa onu “iyi” olarak anlatırlar. Damat Ferit’in de, hem kamuoyuna dönük açıklamalarında hem de Meclis-i Mebusan üyelerine, ülkenin geleceğinin bu antlaşmanın imza altına alınmasına bağlı olduğunu anlattığı bilinir.
Sevr, esasında, bir teslimiyet belgesidir.
Fakat teslimiyet olduğu anlaşılmasın diye, konu, meclise geldiğinde, aleyhte konuşacakların sert bir biçimde susturulmuş; lehte konuşacaklara söz vermekle yetinilmişti.
Oylama sırasında evet için ayağa kalkılmasının yeterli olduğu belirtilmiş ve tam oylama sırasında Vahdettin’in dışarı çıkması sağlanarak, salondakilerin tümünün ayağa kalkması sağlanmış ve böylece meclisin tümünün antlaşmaya evet sonucunun çıkartılması sağlanmıştı.
Egemenler ve ezilenler var olduğu günden beri başvurulan “eski bir numaradır” bu. Her zaman bir senaryoları vardır egemenlerin ve kendileri belirler, yerini ve zamanını.
Bir büyük paylaşım savaşının son evresidir Sevr. İmzalanması, üstelik bunun Meclis-i Mebusan’a imzalatılması da, sanıldığından çok daha önemlidir. Zira aynı Meclis-i Mebusan, 28 Oca 1920’de, Misak-ı Milli’yi kabul edip, dosta düşmana duyurmuştu.
SAVAŞIN DİRENÇ NOKTASIDIR MİSAK-I MİLLİ
Misak-ı Milli ile kastedilen sınırlar, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihlerde Osmanlı devletinin hegemonyasının sürdüğü coğrafi sınırlardı. Sevr’i Meclis-i Mebusan’a imzalatmak suretiyle Misak-ı Milli’nin geçersiz olduğunu göstermek istemişlerdi.
Hep yazarım; hayatın gerçekleriyle uyuşmayan metinler, bizzat toplumsal mücadele tarafından ters yüz edilebilir. Tarih, bunun örnekleriyle doludur.
Misak-ı Milliyi geçersiz kılmak isteyen Sevr’in kendisini geçersiz hale getiren Kurtuluş savaşı sürecidir. Kurtuluş savaşının direnç noktasıysa Misak-ı Millidir.
Dört yıl süren Kurtuluş savaşının sonucunda Sevr ile birlikte savaşın mutlak mağlubu kabul edilen Osmanlı’nın Lozan ile birlikte “eşit ülke” Türkiye’ye dönüştüğünü görüyoruz.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, bağımsızlık vurgusudur. O güne dek ‘zat-ı şahane’nin kulları muamelesi gören millet, ‘bila kayd-ı şart’ egemenlik hakkına sahip hale gelmişti.
Bir hakkın kazanılmış olması, o hakkın layıkıyla ve ilanihaye kullanıldığı anlamına gelmez. Bunun en çarpıcı kanıtı, Türkiye Cumhuriyet tarihidir. Pek çok toplumsal sınıf ve katmanın, süreç içinde nasıl dışlandığının tanığıdır bu tarih. Toplumsal hayata bakarak, ifade, düşünce ve inanç özgürlüğünün nasıl kullanılamaz hale getirildiğini görebiliriz.
Bununla birlikte “peyk” olmak ile kağıt üzerinde de olsa “bağımsız” olmak arasındaki fark büyüktür. Sevr, Anadolu coğrafyasını emperyalist devletler için peyk haline getirmenin senaryosu; Lozan ise peyk olmanın reddidir.
Tarih, dinamik bir süreçtir. Sevr’e itiraz etmek doğamızda var. Lozan, Sevr’e itirazın sonucudur. Bununla birlikte Lozan’ı olduğu yerde bırakmak, tarihi bir yanılgının ve bu yanılgının doğal sonucu olarak yenilginin baş müsebbibi olmakla eş anlamlıdır. O halde bu iki tarihi vakayı ve benzerlerini sadece yıldönümlerinde hatırlamak değildir yurtseverlik…
BAĞIMSIZLIK İLE MANDACILIK ARASINDAKİ FARK…
Küresel güçlerin amacı, pazara ulaşmaktır. Pazara ulaşmak, bazen açık işgal yöntemiyle bazen de doğrudan sermaye ihracıyla gerçekleşir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ile Lozan’da bir masaın etrafına oturulmasından öncesi de manidardır.
Manidarlık şu ki küresel güçler, uygulanamaz olduğunu gördüklerinde Sevr’de ısrar etmemişler; o andan itibaren “bağımsızlık ile manda”nın çelişmediği tezi işleyerek, kuvayi milliyecileri ikna etmenin yollarını aramışlardı.
Nazım, o günleri şöyle dizeleştirir, Kurtuluş Savaşı Destanı’nda:
“Bu zevata :
‘İstiklalimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!’
denildi.
Fakat ayak diredi efendiler:
‘Mandanın, istiklali ihlal etmeyeceği muhakkak iken,’
dediler,
‘Herhalde bir muzaherete muhtacız diyorum ben,’
dediler,
‘Hem zaten,’
dediler,
‘birbirine mani şeyler değildir’
istiklal ile manda.
Ve esasen,’
dediler,
‘müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
Memleket harap,
toprak çorak,
borcumuz 500 milyon,
varidat ise 1.5 milyon ancak.”
“Ya İstiklal Ya Ölüm” sloganı, bu tartışmaların sonucunda bayraklaştı ve geldik bugüne…
Her Sevr tartışması, doğal olarak, Lozan’ı da hatırlatan bir süreçtir. Denilmektedir ki “egemenlik kayıtsız şartsız milletindirdenilmiş olsa da gerçek hayatta bir grup oligark ile sınırlanmıştır bu alan”.
Kapıdan kovulanların sermayeleri aracılığıyla elini kolunu sallayarak bu coğrafyanın en ücra noktasına ulaştıkları doğrudur. Hükümranlık alanını genişletme uğraşı vermeyen sermayenin küreselleşme şansı yoktur çünkü.
Hal böyleyken, “Türkiye’nin bağımsızlığı vurgusu fazla safiyane değil mi?” sorusu sorulabilir.
Bununla birlikte “istiklal” süreci, sabit bir süreç değil; sürekliliği olan hareketli bir süreçtir. Toplumsal hayatın dinamikliği göz önüne alındığında, mücadelenin ulaştığı nokta, bitiş değil, başlangıç kabul edilmelidir. Mücadele süreklilik ister çünkü.
ÖRGÜTLÜ GÜÇ YENİLMEZ
Gözle görünür olduğu için açık işgale karşı mücadele konusunda halkın ikna edilmesi daha kolay olabilir ama sermaye aracılığıyla iktidarın devşirilmesi, öyle kolay bir biçimde kitlelere anlatılıp ikna edilebilecek bir durum değildir. Hele hele iktidarı tahkim eden onlarca idelojik hegemonya aracı mevcut iken gerçeği resmetmek, alabildiğine zordur.
Sevr, bir kırılma noktasıdır. Lozan, bu kırılmanın karşısına çıkan iradenin ismidir. Elbette Sevr’i savunanlar, “keşke Yunan kazansaydı” diyenler olacaktır. Çünkü mücadele karşılıklı süren toplumsal bir savaştır ve kazananı olduğu gibi kaybedeni de olacaktır. Tarihin o anında işgalci emperyalist güçler, o ana kadar aldıklarıyla yetinip, Sevr’den vazgeçmişler ve belki de sonrasında sermayeleri yoluyla yatak odamıza kadar girebilmişlerdi.
Kıssadan hisse şudur:
Tarih, dinamik bir süreçtir. Sevr’e itiraz etmek doğamızda var. Lozan, Sevr’e itirazın sonucudur. Bununla birlikte Lozan’ı olduğu yerde bırakmak, tarihi bir yanılgının ve bu yanılgının doğal sonucu olarak yenilginin baş müsebbibi olmakla eş anlamlıdır. O halde bu iki tarihi vakayı ve benzerlerini sadece yıldönümlerinde hatırlamak değildir yurtseverlik…
Yurtsever olmak, birini lanetleyip, diğerini yüceltmek de değildir; her ikisinden dersler çıkartıp, geleceğe ışık tutulmasını sağlamaktır.
Çıkartılacak temel ders, mücadelenin sürekliliği ve her koşulda örgütlü olmaktır. Örgütlü güç, yenilmez çünkü…

Yorum Yazın