Geçenlerde bir devlet görevlisinin konuşmasını dinledim. Uzun sözlerinin sonunu, devletin bu en üst düzeydeki yöneticilerinden olan kişi ‘bu ülkenin geleceği aydınlıktır’ diye tamamladı. Söylenenleri duyar duymaz beynimde birçok şimşek çaktı. En basit ve tüm basit şeyler gibi en karmaşık olanı bugünle ilgiliydi. Zatın sözlerini eski tabirle mefhum-u muhalifiyle yani a contrario’suyla yani tersiyle birlikte düşününce içinde yaşadığımız günlerin o kadar aydınlık olmadığı hatta basbayağı karanlıkta olduğumuz anlaşılıyor. Öyle ya, gelecek aydınlıksa bugün karanlıktır. O kişi ‘gelecek bugünden daha aydınlık olacak’ demedi. Deseydi başka türlü düşünecektim. Muhakememi tevil edebilirsiniz, tavzih edebilirsiniz, tashih edebilirsiniz ama onların hiçbiri öne sürdüğüm akıl yürütmeyi aşamaz. Gerçek daima gerçektir.
Söz konusu kişinin getirdiğim yoruma dönük bir şey söylemek istemeyeceği muhakkaktır. doğal olarak da söyleyemez. O konumda bulunan kimse öylesi bir çıkış yapamaz. Büyük olasılıkla, belirttiğim hususu vurgulamak, ‘iyi niyetle’ geleceğimizin daha parlak olacağını söylemek istemiştir. Zaten yapıp ettiklerini, başarılarını savunduğu bir konuşmada başka bir düşüncenin içinde bulunamazdı. Söylediklerini benimsemek ayrı bir mesele, ben eleştirel bir konumdayım, ama ‘mumaileyhin’ mantığını bu şekilde çözümleyince asıl, başımdan aşağı kaynar sular boşandı.
*
Niye, aydınlık bir geleceğin olmasını istemediğim için mi? Tabii ki, öyle saçma bir anlayış olmaz. Ben de ömrünün elli yılında, hem de akademide ve daima kültürel ortamda, bu ülkenin geleceği aydınlık olsun diye çabalamış birisiyim. Beni şaşırtan ansızın aklıma üşüşen, sevmediğim bir tabirle yazayım, ‘tarihsellik’ oldu. Galiba kendimi bildim bileli, yani hiç değilse, su içinde, son altmış yıla yakın süredir, mahut ‘aydınlık gelecek’ sözünü işitiyorum. Altmış yıl, yaşadığım, topluma ve tarihe hepimiz gibi ama hepimizden biraz daha fazla doğrudan müdahale ettiğim dönem, bir de öncesi var. örneğin Atatürk’ün meşhur 10. Yıl Nutku tamı tamına bir gelecek tasavvurdur. Az zamanda yapılan çok işlerden ve daha önemlisi ‘ebediyete akıp giden her on sene’den söz eder. Gelecek bile değildir hedef: ‘ebediyet’tir yani sonsuzluk. Sonsuzluk dünle ve geçmişle değil, öngörülemeyecek büyüklükte bir gelecekle ilişkilidir. Uzay zaman diye bir kavram var.
*
Uzun sözün kısası, tüm darbeler doğrudan Soğuk Savaş ideolojisiyle iç içedir. Buna 1960 darbesi de dahildir. İsteyen gözünü kapayarak karşısındakinin de kendisini görmediğini sanabilir.
Üstelik eski bir iktisatçıyım ve benim iktisatla ilgilendiğim yıllarda hala kalkınma ve büyüme modelleri revaçtaydı. Demirel gibi bir canavar ortalarda sadece büyümeden ve kalkınmadan söz ederek dolaşıyordu. O sözler kendi tabanında etkili oluyor benim içinde bulunduğum sol çevrelerde ise çok az kişiyi heyecanlandırıyordu. Kaldı ki, büyüme ve kalkınma Menderes’le birlikte başlamıştı. İşin iki ilginç yanı vardı: Birincisi, Marshall Yardımı Türkiye’ye gelmişti. Amerika, Soğuk Savaş için yığınak yapıyordu ve Türkiye’yi bir sınır kalesi olarak konumlandırmıştır. MY ile Türkiye’ye 40 bin traktör girdi. Her şey girdi. Ama hepsinden önemlisi ‘sol düşmanlığı’ ithal edildi. İkincisi, Amerika’nın kurduğu denklemin uzantısı olarak Türkiye “95” yılında NATO’ya ‘alındı’. O aslında ‘askere alınmak’tı.
Türkiye’nin II. Mahmut’tan beri devam eden Batılılaşma serüveninin en önemli durağı Soğuk Savaş bağlamında NATO’yla bütünleşmektir. NATO’ya giren Türkiye hazır olmadığı bir dönüşümü yaşamıştır. NATO sonrasında Türkiye tamamen militer bir ülkeye dönüşmüştür. Türkiye, aslına bakarsanız modernleşme tarihinin bir uzantısı olarak neredeyse ‘doğallıkla’ diyeceğimiz şekilde militer bir ülkedir. Cumhuriyet dönemi, Osmanlı’nın 19. Yüzyılda geliştirdiği bürokratik, elitist ve devlet güdümlü modeli devralmış, o zecri ve ceberrut devlet anlayışını ilk döneminde (1923-1950) sürdürdüğü gibi 1950 sonrasında Soğuk Savaş militarizmiyle bütünleştirmiştir.
Yineleyeyim, ülke Soğuk Savaş militarizmine hazır değildi. Hatta ordu dahi Soğuk Savaşın dolayısıyla NATO’nun ileri karakolu olma pozisyonunu taşıyamıyordu. 1950 sonrasındaki ordunun gerçekleştirdiği tüm darbelerin altında NATO mevcuttur ve o darbelerin tamamı NATO’ya dönük ordu içi huzursuzluklardan kaynaklanır. Bütün darbeler NATO’cu subaylarla NATO dışı subaylar arasındaki gerilimin uzantısıdır. 1960 darbesi NATO açılımının getirdiği genç ve yenilikçi subayların hamlesidir. (Ama onlar bile darbe bildirisinde ‘NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız’ demişlerdir.) O nedenle generaller binbaşılara, yüzbaşılara ‘selam durmuştur’, darbe ‘hiyerarşi dışı’dır. 1971 darbesini bal gibi NATO’cu subaylar hem de NATO alarmı vererek gerçekleştirdi ve 9 Martçı büsbütün BAAS yanlısı kanadı ortadan kaldırdı. 1980 darbesi ise tamı tamına ordu içi hiyerarşinin yeniden tesis edildiği ve NATO ‘konsept’inin hâkim kılındığı bir yıkım dönemi olarak tecelli etti. Uzun sözün kısası, tüm darbeler doğrudan Soğuk Savaş ideolojisiyle iç içedir. Buna 1960 darbesi de dahildir. İsteyen gözünü kapayarak karşısındakinin de kendisini görmediğini sanabilir.
*
Büyüme ve kalkınma politikaları bu doku içinde öne geldi. 1950’ler kalkınmanın nimetlerinden, modernleşmenin yayılmasından söz etti ve dediğini gerçekleştirerek toplumda ve ekonomide büyük bir de gelişmeyi sağladıysa da kalkınmayı tam bir ideoloji haline getirmedi. Yine itiraf etmek zorundayız. 1950’lerin kalkınmacılık zaferini kazanmasının önemli bir nedeni, Cumhuriyet döneminin ekonomik kalkınma konusunda olağan dışı şekilde geri kalmasıdır. Cumhuriyet döneminin ekonomik açıdan karnesi tam bir felakettir. Türk Siyasetinin Yapısal Analizi adlı ve artık yeni bakısını Studio Yayınlarından çıkaracağımız kitabımın ikinci cildinde o durumu rakam rakam vererek gösterdiğim için burada rahatlıkla dile getiriyorum. 1950-60 arasında Türkiye kalkınma ve büyüme ile NATO (siz bu sözcüğü Amerika diye okuyun) politikası olarak tanışmış, içli dışlı olmuştur, doğrudur, ama olmuştur. Son derecede karmaşık ve sonuçları bakımından çok geniş bir konudan söz ediyoruz.
*
Demirel kendi yaşamına bakarak ekonomik açıdan özerk olan, kalkınan köylülüğün Cumhuriyetin modern elitizmiyle bütünleşeceğini düşünüyordu. Bu anlayışını dışa vuran sayısız sözü de mevcuttur.
Her iki kavramın ideolojik bir mahiyet kazanması 1965 sonrasıdır. 1980’e kadar gelen dönemde Demirel, karmaşık ve eklektik siyasetinin üstünü örtmek için de, büyük bir memuru olduğu 1950-60 döneminin anlayışını/kültürünü sürdürmek için de ekonomik kalkınma ve büyümeden söz etmeye başlamıştır. Öylelikle de Türk sağının kalkınmacı yapısını somutlaştırmıştır. Türk sağı deyince milliyetçiliği, muhafazakârlığı, 1980’e kadar köylücülüğü ve kalkınmacılığı birlikte düşünmek gerekir. Bu dört unsur iç içedir, kopmaz bir bütündür. Demirel dönemi, Türkiye’nin 1950’lerden sonra açık şekilde karşılaştığı dinsel çevrelerin, cemaat ve tarikatların devletle bütünleşmesi babında kalkınmacılığı ‘köylüyle devletin barışması’ diyerek bir örtü olarak kullanmıştır.
Demirel, kendisinin de içinden çıktığı köyü, 1923-1950 arasında yaşadığı travmadan kurtarmayı gerçekten istemiştir. 1950 sonrasının, daima söylediğim gibi, ekonomik özne olmadan siyasi özne olan köylüsünü bu defa ekonomik özneye dönüştürme çabasını göstermiştir. O anlayışın (ki, büyük ölçüde merkantilizmdir) toplumda sivilleşmeyi zorlayacağının, sivilleşmenin daha katı bir laiklikle bütünleşemeyeceğini Demirel kuramsal olarak bilmiyordu. Kimse bilmiyordu. Kendisi de o sularda birisi değildi. Daha erken dönemlerinde tarikatlarla iç içeydi ki, o da DP’den devraldığı başka bir mirastı.
Demirel, ekonomik açıdan güçlenmiş bir kesimin (köylülük sınıf değildir) kendi ideolojisini serbestçe ‘yaşayacağını’ düşünmemişti. Oysa, tarih öyle gelişti ve o anda da, 2000’lerde, Demirel CHP ideolojisiyle bütünleşti. Anlaşılan Demirel kendi yaşamına bakarak ekonomik açıdan özerk olan, kalkınan köylülüğün Cumhuriyetin modern elitizmiyle bütünleşeceğini düşünüyordu. Bu anlayışını dışa vuran sayısız sözü de mevcuttur. Oysa sular o yönde akmadı, akmazdı da. Ama biraz siyasal sosyoloji okumak ve bilmek de bir zorunluluktur.
*
Türkiye, NATO içinde Amerika tarafından her zaman güvenilecek bir ülke olarak görülmemiştir. Türkiye’nin sanayileşmeyi bir tür ‘bağımsızlık’ çaresi olarak kullanması, Demirel’in 1960’larda SSCB ile dansı, üç büyük tesisi Amerikalılara değil Ruslara yaptırması ABD’nin Türkiye’ye dönük kuşkular beslemesine yol açmıştır.
Türkiye’de toplumun ekonomik kalkınmacılık yani sanayileşme ile dönüşmesi, sınıfsal yapının bu yoldan dönüştürülmesi bir zamanlar üstünde durulan, çalışılan bir meseleydi. Sonradan unutuldu. Oysa toplumun sanayileşme yoluyla yaşadığı değişim gerçekten çok karmaşıktır. Çünkü teknolojik değişme ideolojik farklılaşmayı getirir. 1950-1980 arasında Türkiye bu gerçeği yaşadı. Küçük köylülüğün nitelik değiştirmesi, taşra burjuvazisinin sanayi burjuvazisi haline gelmesi ve devletin bu kesimlerle ilişkisi bahsettiğim NATO olgusuyla iç içedir. NATO sadece bir askeri gerçek değildir. İdeolojiktir. Hatta ve doğal olarak önce ideoloji oluşturulmuş (sosyalizme ve komünizme kapalı bir dünya hayali) ardından askeri yapılar o doğrultuda işlenmiştir. NATO konusunun vahametini büsbütün berraklaştırmak için şunu söyleyeyim, alayişle Kuzey Atlantik Paktına alınan Türkiye maalesef AB’ye alınmamıştır. Oysa NATO bir Avrupa projesidir, Amerika’nın Avrupa’yı denetim altında tutmak için uyguladığı bir projedir.
Sola kapalı bir militer ideoloji inşası ABD’de işlememiştir. Çünkü Amerika’da sınıflar devletten önde gelir. Nedeni, Amerika’da teknolojiyi ve ticareti devletin değil sınıfların kurmasıdır. Bu durum Amerika’yı par excellence bir sivil topluma dönüştürür. Demokrasi aynı temele oturur Amerika’da. Gerçi Amerika’nın bir sivil toplum olması Amerika’nın askeri devlet niteliğini, emperyalizmini, 1970’ler boyunca kendi ideolojisi doğrultusunda ve American exceptionalism anlayışıyla dünyanın geri kalan kısımlarında (Türkiye’de olduğu gibi) askeri darbeler düzenlemesini engellememiştir ama Amerika’nın kendi gerçeğini de ortadan kaldırmamıştır. Kaldı ki, Amerika’da NATO ve ‘istisnacılık’ düşüncesinin bir dönemde bertaraf edilmesi yine Amerikan solunun, sivil toplumun, katkısıyladır.
NATO ideolojisi ve kalkınmacılık siyasetleri özellikle Türkiye gibi ülkelerde işlemiş, daha doğrusu işletilmiştir. Fakat, Türkiye, NATO içinde Amerika tarafından her zaman güvenilecek bir ülke olarak görülmemiştir. Türkiye’nin sanayileşmeyi bir tür ‘bağımsızlık’ çaresi olarak kullanması, Demirel’in 1960’larda SSCB ile dansı, üç büyük tesisi Amerikalılara değil Ruslara yaptırması ABD’nin Türkiye’ye dönük kuşkular beslemesine yol açmıştır. Demirel gibi kontrollü bir siyasetçinin en yakını olan Çağlayangil’e ’12 Mart’ı Amerikalılar yaptı’ dedirtmesi boşuna değildir. Dahası 1964’teki Johnson mektubu Türkiye için bir dönüm noktasıdır. Türkiye 1974 Kıbrıs çıkarmasıyla o mektubun intikamını almıştır. O hamleyle birlikte NATO ve Türkiye arasındaki bağlar kopmuş, Amerika, Türkiye’deki siyasetin yönünü bir iç savaşa doğru çevirmiştir. 1980 darbesiyle birlikte yerleşik siyaset baş aşağı getirilmiştir.
Buna rağmen Özal dönemi de AKP dönemi de sanayileşmeden ve kalkınmadan ödün verilmeyen dönemler olarak kayda geçmelidir. Her iki dönemde kendi koşulları içinde Türk sağının adeta alamet-i farikası olan kalkınma, büyüme ekonomilerini sürdürmüştür. En önemli sorun daima enflasyon olmuştur ama özellikle hızlı kalkınma arayışında bu unsur mevcudiyetini korur.
*
Türkiye’de, tıpkı Sovyetler’de olduğu gibi, gelecek düşüncesi ve hayaliyle mevcut kuşakların fedakarlığı bilinen bir gerçektir ve bu yaklaşım tümüyle modernist ideolojinin bir uzantısıdır.
Bu çerçeveyi çizdikten sonra üç konuya değineyim.
Birincisi, Türk sağındaki kalkınma/büyüme tutkusu bu kesimin demokrasi konusunda daima verdiği kötü sınavın bir kılıfı olmuştur. 1950’lerde DP’nin içine sürüklendiği diktacı eğilimler, 1970’lerde Demirel’in ‘cephe hükümetleri’ ile hem bir şey yapamayıp hem de milliyetçi sağı kışkırtıp solun üstüne salması, 1980’lerde Özal’ın onca liberalizm iddialarına rağmen 12 Eylül döneminin mantığını hatta ruhunu koruması ve uygulaması, nihayet AKP döneminde sistem değişikliğinden başlayarak yaşanan onca sorunun tamamı ‘ekonomi büyüyor, kişi başına düşen gelir artıyor’ denerek aşılmak istenmiştir. Başarılı da olunmuştur. Sağın tutumu bu ideolojiyi Türkiye’deki muhafazakâr modernleşme ideolojisiyle bütünleştirmiştir. Yabana atılmayacak kadar önemli bir kavramdan söz ediyorum. Kavramın önce çıkması, büyüme hamlesinin cumhuriyetçi ‘ideal’in zaman içinde yaşadığı zemin kaybını aşıkça gösteriyor. Diğer sağ dönemlerin daha örtük şekilde yapmaya çalıştığını AKP açıkça yaptı.
İkinci mesele, evet, sağın sahiplendiği bu tavrın cumhuriyetçi ideale kaybettirdiği zemindir. Çünkü, sürekli gelişme düşüncesinin kaynağı Türkiye’deki cumhuriyet ‘mefkuresidir’. Cumhuriyet, bir modernleşme projesidir ve artık herkesin ezbere bildiği özelliklere sahiptir: yukarıdan aşağıya bir modeldir, elitler aracılığıyla gerçekleştirilmiştir, Batılılaşmayı öngörür, laikliği ve devletçiliği esas kabul eder, orduya dayanır. Tüm şıkları doğru olan bu değerlendirmenin ihmal ettiği başka birkaç boyut var.
Öncelikle cumhuriyetin zaman algısında önemli bir değişiklik getirdiği vurgulayalım. Cumhuriyet öncesindeki Osmanlı/İslam zaman anlayışı geri dönüşlüdür ve ilerleme asr-ı saadete dönmekle sağlanır. Asr-ı saadet Osmanlılar için 16. Yüzyıldır. Eğer oraya rücu edilirse, o düzen sağlanırsa her şey yeniden kemale erişecektir. Cumhuriyet bu anlayışı ters yüz eder ve ‘muasır medeniyet’ kavramını getirir. Hegelyen bir teleolojik zaman düşüncesini kurar. Sürekli olarak yinelenen ve muasır medeniyetin hep ileriye gitmek olduğunu saptayan düşünce doğrudur ve bu anlayış toplumsal planda geleneksel olan her şeyden kopmak anlamına gelir. Türkiye’de, tıpkı Sovyetler’de olduğu gibi, gelecek düşüncesi ve hayaliyle mevcut kuşakların fedakarlığı bilinen bir gerçektir ve bu yaklaşım tümüyle modernist ideolojinin bir uzantısıdır.
Gelecek öncelikli model sürekli olarak bugünün karanlık, yarının aydınlık olacağını dile getirir. Gelecek daima bugünün önünde olacaktır. Bu sav ‘doğru’ değildir, ‘gerçeğe’ tekabül etmez. Bugünkü zamanın aşılması ve gelecek zamanın esas olduğunun vurgulanması için kullanılan bir kurgu ve yöntem aracıdır. Bir söylem unsurudur. Gelin görün ki, Cumhuriyet dönemi bu ideolojik perspektifi getirmesine rağmen ilk döneminde ekonomik kalkınmayı son derecede sınırlı tutmuş, bu da ‘her şeyin ileride daha iyi olacağı gelecek’ düşüncesinin ayrı bir ağırlık kazanmasına yol açmış, gelecekçiliği meşrulaştırmıştır.
Buradan üçüncü noktaya geleyim. Türkiye’de sol ve solda olduğu sanılan fakat gerçek solla ilişkisi bulunmayan tüm çevreler büyüme ve kalkınma politikalarının uzağında kalmıştır. Çok hazin bir durumdan söz ediyorum. Bir ülkede siyasete hiç değilse 1950 sonrasında ağırlığını koymuş hiçbir sol pratiğin kalkınma ve büyümeyle ilgili tek bir model oluşturmaması pek aklın alacağı bir durum değildir. Bu saptamaya karşı bazı cevaplar elbette üretilebilir. Örneğin, Ecevit’in 1970’lerde kurguladığı ‘Köykent’ projesi. O projenin hiçbir gerçekliği yoktu, ekonomik kalkınmayı öngörmüyordu. 1940’ların Köy Enstitülerinden esinlenmiş bir ütopya dahi değildi, basit bir hayaldi. Keza Ecevit’in çok dile getirdiği kooperatifçilik de günün koşullarından hayli uzaktı ve bir ekonomik büyüme mantığını yansıtmıyordu. Sonraki dönemlerde o kadar bile yapılamadı. Bugün de CHP’nin herhangi bir kalkınma projesi olduğunu söylemek olanaksızdır.
Geliştirilecek cevaplar arasında muhtemelen uygulanan büyüme ve kalkınma modellerinin toplumsal eşitsizlik, gelir dağılımı dengesizliği, emek sömürüsü yarattığı öne sürülecektir. Tümü yerden göğe kadar doğrudur. Her kapitalist kalkınma modelinde olduğu gibi ve 1970’lerde bilhassa ‘Dünya Sistemi Teorisi’ yanlı Türk iktisatçıların harıl harıl çalışıp, daha o yıllarda kanıtladıkları gibi emek sömürüsüne dayanmayan ve artık değere el koymayan bir kapitalist kalkınma modeli yok, bugüne değin icat edilmedi. O haksızlığa karşı sol anlayışın zorunlu kıldığı her türden önlemin alınması, bilhassa sendikalaşma ve sivil toplum oluşumlarının güçlenmesi gerekir ki, Türkiye’nin 1980 sonrasındaki 45 yıllık, yarım yüz yıla yaklaşan tarihi, bütün bütüne emeğin sömürülmesinin, o sömürünün git gide artmasının tarihidir. Ne var ki, o tartışma bir büyüme ve kalkınma politikasının sol bir kültürle oluşturulmasına engel değildir. Olamaz da. Mezarlıktan geçerken çalınan ıslığın kime faydası var?
*
Yıllık belli bir büyüme oranının sağlanması, onun üstüne bir refah payının eklenmesi büyüme kavramının anlamını veriyor. Kısacası, Türkiye’nin bugünkü tartışma ekseni siyasal olduğu kadar ekonomik olmalıdır.
Şimdi gelelim bu tartışmanın bazı farklı noktalarına.
Öncelikle son 25 yılda Türkiye’de yaşanan çok ciddi dönüşümü ele alalım. Dönüşümün birkaç boyutu var. Birincisi, bahsettiğim politikalar olanca hızıyla ve bütün gerçekliğiyle uygulandı. Ama doğru ama yanlış. Üstelik 2002-2012 arasında ekonomik göstergeler açısından Türkiye önemli bir noktadaydı. Bütün sağ iktidarların büyüme politikalarını uyguladığı ilk dönemde olduğu gibi demokratikleşme çabaları gelişmeleri destekliyor, onun serpilmesine zemin hazırlıyordu. Daha sonra yine tüm sağ iktidarlarda olduğu gibi daha da hızlı kalkınma çabası hatta fetişizmi demokrasinin yapısal bir dönüşüme zorlanması düşüncesini doğurdu. Yine de altyapının dönüşümü, Türkiye’nin inşaat ‘obsesyonu’yla önemli ölçüde sağlanmıştır. Özellikle Kuzey Anadolu’yu Güney’e bağlayan yollar daha önce söz ettiğim merkantilizmin yeni evresi olarak ayrıca incelenmelidir.
İkinci unsur kırsal alanın dönüşümüdür. Bugün tarımın ortadan kalktığı, Türkiye’yi gıdasını kendisine yetiren bir ülke olmaktan çıktığı bir dönemdeyiz. En verimli tarım arazileri boş duruyor ve arsaya dönüşmeyi bekliyor. İnşaat ‘savaşı’ kırsal alan çiftçiliğini bitirmiş durumda. Aynı şekilde kırsal alan nüfusu son 20 yılda son büyük göç dalgasıyla büyük şehir çevrelerindeki uydu kentleri inşa etti ve ucuz emek arzının kaynağı oldu. Küçük köylülük yerini şimdi bürokrasi ve tarım emeklilerine bırakmış durumda. Türkiye’nin ekonomi tartışması emekli maaşı üstünden sürüyor. Buna rağmen iktidar büyük göçün büyük sorunlar doğurmadan atlatılmasını sağladı. Bu nüfusla birlikte yıllık belli bir büyüme oranının sağlanması, onun üstüne bir refah payının eklenmesi büyüme kavramının anlamını veriyor. Kısacası, Türkiye’nin bugünkü tartışma ekseni siyasal olduğu kadar ekonomik olmalıdır.
*
Emek sömürüsü Türkiye’de (ve dünyada) sabittir. Rakamlar bu gereği hızla ve kolaylıkla kanıtlar. Buna rağmen Türkiye ‘sosyal devlet’ kavramını geriye itmemiştir. AKP de bu gerçeği yok sayamamıştır. Özellikle ilaç-hastane sistemine getirmeye çalıştığı açılım bu maksatladır.
Bu gelişme doğrultusunun hayati önemde, tüm denklemi kuran bir parametresi var: sosyal devlet ve onunla eşanlamlı olan refah devleti.
Önce daha uzak bir saptamayla başlayalım. Türkiye Cumhuriyeti bir sosyal devlet olarak kurulmuştur. 1923 İzmir İktisat Kongresi kesinkes bir liberal ekonomi arayışıdır. Ne var ki, 1929 ekonomik bunalımını izleyen günlerde ihdas edilen devletçilik Tek Parti yönetiminde Altı Ok ideolojisine dahil edilmiştir. İş Kanunu daha 1936 yılında yayınlanmıştır ve arkasında inkâr edilemeyecek şekilde Osmanlı sosyalist/işçi hareketinin bilinci, birikimi ve yönlendirici etkisi vardır. Zaman ve devirler bu gerçeği değiştirmemiştir.
Her gelen ve kapitalist ilişkiler içinde kalkınmayı öngören iktidar bu doğrultuya müdahale etmesine etmiştir ama kervan yine de yürümüştür. Demirel dönemleri aynı hiza içinde ilerlemiştir. Başkası olamazdı. Muazzam bir işçi hareketi 1961 sonrasında şekillenmiş ve ağırlığını siyasete taşımıştır, emeğin karşılığını almak için direnmiştir. 1970’lerdeki büyük işçi hareketi ancak 1980 sonrasında kısmen kırılabilmiştir. On binlerce işçinin ‘Çankaya’nın şişmanı-işçi düşmanı’ diye bağıran sesi kulaklarımızdadır. Ve 1980 sonrasında o hareket adını koyarak sosyal demokrasiyle bütünleşti.
Sosyal demokrasi ancak 1990’lardan kendisini büyüme ve kalkınma politikalarıyla, sosyal devlet kavramını eğitim ve sağlık sisteminin halka/tabana yayılmasıyla bütünleştirdi. Sosyal demokrasi bir dağıtım ve bölüşüm adaleti yaratma çabasındaydı. Bu noktada kabul etmek gerekir ki, sağ politikalar kapitalizmi büyüme için araçsallaştırırken sosyal demokrat politikalar o büyümenin tabana yayılması ve özellikle dağıtım adaletinin sağlanması için direnir, diretir. 2000’lerle birlikte dünyanın unuttuğu büyük gerçek budur.
Emek sömürüsü Türkiye’de (ve dünyada) sabittir. Rakamlar bu gereği hızla ve kolaylıkla kanıtlar. Buna rağmen Türkiye ‘sosyal devlet’ kavramını geriye itmemiştir. AKP de bu gerçeği yok sayamamıştır. Özellikle ilaç-hastane sistemine getirmeye çalıştığı açılım bu maksatladır. Bugün kitleler geniş bir yoksullaşma yaşıyor. Hayek’in zamanında, Keynes’in, daha sonra yayınlayacağı General Theory kitabının ilk hali olan Treatise of Money için yazdığı üç ‘tahripkâr’ makalede öngördüğü her şey doğrulanmış, büyüme politikaları yüksek enflasyon ve servet transferiyle sonuçlanmıştır. Türkiye o çemberden geçiyor. Ama aynı zamanda anayasal bir kavram daha doğrusu dictum olan ‘sosyal devlet’ kavramını göz ardı etmek bir yana, onu kitleleri etkileme aracı olarak kullanıyor.
*
İşin özü, solun ve CHP’nin bugün yaşanan akıl almaz yüksek enflasyon politikasına karşı cılız bir muhalefetle yetinmeyip, şehir şehir yatırım (siz kalkınma anlayın) politikalarını çok ciddi şekilde planlaması gerekir.
Sorun tam da bu noktada: iktidar partisi yapması gerekeni yapıyor, kendi bildiği doğru/ltuda ilerliyor. Yanlışları göstermek, kitleleri o yanlışın yanlış olduğuna inandırmak sol muhalefetin görevi. Muhalefetin başını keşke daha gerçek sol partiler çekse. Bugün için ana muhalefet partisi CHP. CHP’nin ikili bir görevi var ama bu görev aynı zamanda solun görevi. Solun öncelikle emek konusuna yoğunlaşması ve onun sömürülüşünü engellemesi gerekir. çok zor bir işten bahsediyor. Öyle bir yönelime girdiği anda büyük sermayeyi acımasızca karşısında bulacaktır. Bugün ‘Beyaz Türkler’i meydana getiren o çevrenin CHP muhabbeti, bu partinin emek-sömürü ilişkisine sol bir yaklaşımla muhalefet etmemesi nedeniyledir. Konuya dokunduğu anda CHP’nin başına Ecevit’in başına gelenler gelecektir. 1973’ün Ecevit’ini destekleyen çevreler siyasetinin toplumsallaştığını ve kitlelerle bütünleşmiş sol bir içeriğe kavuştuğunu gördüğü anda 1977 sonrasında gazete ilanları vermekten bile kaçınmadılar. CHP sol siyasetin Sırat köprüsündedir.
İkinci yükümlülüğü solun bugüne kadar ağzına almadığı, hiç telaffuz etmediği büyüme, kalkınma, yatırım politikalarıyla meşgul olmasıdır. Türkiye şu kadar sekiz yüz bin kilometre kare bir ülke ve hala çok şiddetli bir yatırım politikasına ihtiyaç duyuyor. Öte yanda yüksek teknolojinin gereksindiği yatırımlar var. Nüfus ve eğitim hala ciddi bir sorun. İşin özü, solun ve CHP’nin bugün yaşanan akıl almaz yüksek enflasyon politikasına karşı cılız bir muhalefetle yetinmeyip, şehir şehir yatırım (siz kalkınma anlayın) politikalarını çok ciddi şekilde planlaması gerekir. 1970’lerde Ankara’daki DPT kadroları iktidarın memurlarıydı ve onun politikalarını planlardı ama CHP ve sosyal demokrasi için çalışırlardı. Buna rağmen CHP ekonomiyle başa çıkamıyordu. Daha önce belirttiğim gibi bir ekonomik model geliştirmiyordu. Bugünkü solun ve CHP’nin bir DPT’si de yok. Meseleyi bu açıdan müzakere ve mütalaa etmesi gerekir.
Yoksa ‘bu ülkenin geleceği aydınlıktır’ bile diyemeyebilir ki, bu saptama CHP’nin modernleşmeyle bitmez tükenmez boğuşmasının yeni bir evresidir.

Yorum Yazın