Penceremden bakınca sokakta koşuşturan çocukların neşeli kahkahasını duyuyorum. Belki de umut, bu seslerin hiç susmamasıdır. Karl Marks’ın Kapital’in 1. Cildi’nde yer alan, yüzyıllar önce Şair Horatius’un kullandığı Latince bir cümle çok şey anlatır. De te fabula narratur, anlatılan senin hikâyendir. Bu hikâye benim hikâyem, komşumun, memleketin hikâyesi…
1964 baharında, Bolu Mengen’in bir köyünde, sabahın serinliği henüz topraktan kalkmamıştı. Rutubet kokan tarlaların üzerine dağlardan inen sis, ince bir tül gibi yayılıyordu. Annem, odun ateşindeki sobanın başında sütü kaynatırken, anneannem ahırdan dönüyordu. Kapının önündeki kedinin kuyruğuna takılan o ilk güneş ışığı, sıradan ama derin bir huzuru müjdeliyordu. Oysa kaderin niyeti başkaydı.
O günden sadece altı ay sonra, annemin kucağında ben, elinde abim, babamın elinde oymalı tahta sandığıyla İzmir otobüsünün demir merdivenlerinden tırmanıyorduk. Annem, köy ardımızda uzayan yolda küçülüp bir nokta olana dek bakmıştık diye anlatır o yeni başlangıcı. “İnşallah orada ekmek paramızı kazanırız,” diye mırıldanmış annem. Yeni bir hayatı kurmanın ve bilinmezliğin heyecanı ikisini de sarmıştı. Babam cevap vermemişti; biliyordu ki göç, insanın hem umudunu hem de kökünü aynı yıpranmış bohçaya sarıp götürmesiydi.
Çocukluk: İzmir’in Sokaklarında Büyümek
İzmir’in ara sokaklarında, yanık lastik kokusuyla karışık iyot kokusunu içime çekerek top peşinde koştuğum günleri hatırlıyorum. Okulda öğretmenimiz, “Vatanı sevmek, insanı sevmekle başlar,” derdi. Eve dönerken bakkalın önündeki tahta sandalyelere kurulmuş ihtiyarlar, TRT radyosundan yayılan boğuk sesli haberleri tartışırdı:
— "Demirel gene konuşmuş dün akşam."
— "Ecevit karşılık vermiş. Memleket kaynıyor, kaynıyor."
Benim dünyamda kaynayan tek şey annemin tenceresindeki tarhana çorbasıydı. Ama büyüdükçe anladım ki o kaynama sesi, sadece bizim mutfağımızdan gelmiyordu; bütün ülkenin damarlarında dolaşıyordu.
Gençlik: Duvarlardaki Sloganlar ve Radyodaki Soğuk Ses
Ergenliğe adım atarken sokaklar başka bir dille konuşmaya başlamıştı. Duvarlarda bir gecede bitiveren sloganlar, kahvelerde yükselen ateşli tartışmalar… Bülent Ecevit’in mavi gömleği umut, Süleyman Demirel’in şapkası istikrar, Necmettin Erbakan’ın keskin sözleri bir başkaldırı, Alparslan Türkeş’in duruşu ise bambaşka bir rüzgardı.
Lise ve üniversitelerde boykotlar ve olaylar bitmiyordu. Duvarlara yazılan sloganlardan o sokağın ya da mahallenin hangi siyasi grubun kontrolünde olduğunu anlayabiliyordunuz. Ülkede her gün kan akmaya devam ediyordu. Bir akşamüstü okul çıkışı, okul arkadaşımla eve dönerken, otobüs durağında iki kişi kimliklerimizi istedi. Polis olmadıklarını biliyorduk. Yanımdaki arkadaşım fısıldadı:
— "Arkana bakmadan koş."
Sonra bir sabah, 12 Eylül 1980 sabahı… Radyoyu açtığımızda cızırtıların arasından metalik ve soğuk bir ses yükseldi: “Yönetim, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne geçmiştir…” Babam o sabah kahvaltıda tek kelime etmedi. Annem titrek bir fısıltıyla babama sordu:
— "Darbe mi oldu?"
Darbenin ne olduğunu yasaklarla birlikte yaşamaya başlamıştık. Ne olduysa birdenbire bütün olaylar durmuştu ve artık kan akmıyordu…
Üniversite, Özal Yılları ve Rakamların Dili
Zaman ilerledi. Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandığımda, sanki ülkenin kalbine yolculuk ediyordum. Turgut Özal, ithal ikameci politikaları rafa kaldırıp ekranlardan “serbest piyasa, ihracat, büyüme” diye sesleniyordu. Biz kantinde, döviz kurlarının seyrini, bir gecede zengin olanları, batanları, Banker Kastelli’yi ve sosyalizmi konuşuyorduk.
Mezun oldum, Hesap Uzmanları Kurulu’na girdim. Artık hayatım dosyalar, bilanço tabloları, vergi raporlarıydı. Memleketin damarlarından akan kanın rengini o rakamlarda görüyordum; bazen siyahtı, bazen kırmızı; ama hiç saf beyaz değildi.
Aile, Krizler ve Okyanusun Ötesi
Evlendim, çocuklarım oldu. Bir akşam televizyon başında, herkese bir ev bir araba yani iki anahtar sözüyle iktidar olan, ilk kadın başbakanımız Tansu Çiller’in gözleri dolu dolu açıkladığı 5 Nisan kararlarını izledik. Eşim sordu:
— "Bundan sonra ne olur?"
Ona ne diyebilirdim ki?
— "Hayat daha zor olacak."
Ardından gelen işsizlik kuyrukları, kepenk indiren dükkânlar… Bu karmaşanın içinde bir sınav kazandım ve devlet beni Amerika’ya yüksek lisansa gönderdi. New York’un gökdelenlerle dolu sokaklarında yürürken, ülkemden gelen haberler hâlâ aynı şeyleri söylüyordu: “Enflasyon yine arttı, işsizlik çoğaldı, döviz kuru fırladı…” Binlerce kilometre ötede bile memleketin kaderi yakamı bırakmıyordu.
Dönüş, Umut ve Tekrarlanan Nakarat
Döndüğümde kendimi Maliye Bakanı’nın danışmanı olarak buldum. Bir süre sonra da yeni bir ekonomik kriz patladı. Masamda “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” dosyaları, koridorlarda ise bitmeyen koşturmalar. Sayılarla uğraşıyorduk ama biliyordum ki mesele rakam değil, insanın nefesiydi. Yine bir istikrar programının faturası halka çıkıyordu. Tam işler düzelmeye başlamışken, ülkeyi yöneten koalisyon hükümeti dağıldı ve seçime gidildi.
Sonra AK Parti iktidara geldi. İlk yıllarda bir umut vardı; yollar yapıldı, hastaneler büyüdü. Avrupa Birliği’yle iyi ilişkiler kuruldu, artık yerimiz orasıydı. Ama zamanla, dedemin eski radyosundan duyulan o cızırtılı nakarat gibi, aynı cümleler geri döndü:
— "Yoksulluk hâlâ en büyük sorun."
— "İşsizlik bir türlü düşmüyor."
— "Enflasyon canavarı yine uyandı."
Yirmi dört yıl… Dile kolay. Ama sorunlar hep aynı.
Yaralar ve Pencerenin Önündeki O Soru
Bu yıllar içinde başka yaralar da açıldı ruhumuzda. Bir gece yarısı depremle uyandık, televizyon başında, enkaz altından gelen yardım çığlıklarını dinleyerek sabahladık. Orman yangınlarında gökyüzü kırmızıya büründü, denizlerimiz müsilajla boğuldu. Ülke, yorgun bir beden gibiydi.
Bir gün eşim, yaşadıklarımızı sorgularken, sessizce sordu:
— "Sence değişir mi bu ülke?"
Bir an duraksadım. Bütün hayatım, bütün o siyasi liderler, krizler, darbeler, umutlar ve hayal kırıklıkları gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. Sonra cevap verdim:
— "Belki biz görmeyiz… Ama çocuklarımız görsün yeter."
Bugün
Şimdi altmış yaşını geçtim. Penceremden bakınca sokakta koşuşturan çocukların neşeli kahkahasını duyuyorum. Belki de umut, bu seslerin hiç susmamasıdır.
Karl Marks’ın Kapital’in 1. Cildi’nde yer alan, yüzyıllar önce Şair Horatius’un kullandığı Latince bir cümle çok şey anlatır. De te fabula narratur, anlatılan senin hikayendir. Bu hikâye benim hikâyem, komşumun, memleketin hikâyesi…

Yorum Yazın