Bu tür yaklaşımlar yalnızca barışın toplumsallaşmasını zorlaştırmakla kalmaz, otoriter rejimin devamını sağlayan nefes borularından biri haline gelir. Muhalefetin Kürt sorunu karşısında hâlâ ciddi bir sorumluluk ve görev tanımı yapamaması, bu kırılganlığın bir başka göstergesidir.
Irak’ın Casena Mağarası’nda 11 Temmuz 2025’te gerçekleşen 30 PKK’linin silah yakma töreni, Türkiye'nin Kürt meselesinde tarihi bir dönüm noktası olarak kayda geçti. Törenden bu yana, Türkiye’de silahlı çatışmaların sonlanmasına yönelik, geçmişte benzeri görülmemiş siyasal çeşitlilikte ve genişlikte bir fiili ittifak oluşmuş durumda.
Bu ittifakın seyri, PKK’nin silahsızlanma sürecinin nereye evrileceğini büyük ölçüde belirleyecek. Ancak siyaset, uzun süredir doğal mecrasından sapmış durumda. Bu sapma, barışa dair umutların filizlendiği böylesi bir dönemde başlı başına bir sorun. Dolayısıyla iktidar ile ana muhalefet partisi arasında tırmanan siyasi gerilim, en azından silahların devre dışı bırakılması çalışmalarında düşürülmeli, süreç normalleştirilmelidir.
Barışın kalıcılaşması ve toplumsallaşması için 11 Temmuz’daki vakur silah yakma töreninin yarattığı güçlü toplumsal enerjinin sağlıklı biçimde değerlendirilmesi, barış isteyen herkesin tarih önündeki sorumluluğudur.
Özgür Özel’in Tutumu
Bu bağlamda CHP lideri Özgür Özel’in, partisinin tabanındaki eğilimlere ve belediyelere yönelik yargı operasyonlarına rağmen sürece dair sergilediği pozitif ve cesaretli yaklaşım dikkat çekicidir. Ana muhalefet lideri, bu konuda beklenmeyen bir siyasi olgunluk ve sorumluluk sergiliyor.
Aynı şey iktidar partisi için söylemek ne yazık ki hayli çok zor. Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 13 Temmuz’da AK Parti’nin 32. İstişare Toplantısı’nın açılışında yaptığı konuşma, bu tutarsızlığın tipik bir örneği oldu.
Silah bırakma töreninden sonraki ilk kapsamlı konuşma olması nedeniyle Erdoğan’ın açıklamaları büyük bir merakla bekleniyordu. Parti sözcüsü Ömer Çelik’in bu konuşmayı “tarihi” olarak sunması da beklenti çıtasını iyice yükseltti.
Cumhurbaşkanın mesajları tartışmanın fitilini ateşledi
Erdoğan, konuşmasında süreci sekiz ay sonra ilk kez net biçimde sahiplendi. Bu yönüyle konuşma olumlu bir gelişmeydi. Ancak aynı konuşmada DEM Parti’yi Cumhur İttifakı’nın bir parçasıymış gibi sunması, tartışmanın eksenini silahsızlanmadan uzaklaştırıp muhalefet cephesinde büyük bir karmaşaya neden oldu.
Cumhurbaşkanı, muhalefet saflarında uzun süredir bilinen bir stratejiyi yeniden devreye soktu: DEM Parti’yi CHP’den uzaklaştırmak, tarafsızlaştırmak ve muhalefeti iç tartışmalara sürüklemek. Salı günkü yazımda da belirttiğim gibi, Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap ittifakı” ve “üç partinin birlikte hareket etme kararı” yönündeki söylemi, bu stratejinin yeni bir versiyonudur.
Bu söylemler AK Parti’nin resmi sitesinde ve iktidara yakın medya organlarında yer bulmadı. Ardından hem Ömer Çelik hem de İmralı Heyeti üyesi Pervin Buldan bu üçlü ittifakın süreçle sınırlı olduğunu açıkladı.
Ancak tecrübeli bir siyasetçi olan Erdoğan’ın, bu sözleri üç kez farklı biçimlerde tekrar etmesini “ağzından kaçtı” diye yorumlamak ciddiyetsizlik olur. Bu çıkışın iki muhtemel amacı olabilir: İlki, kamuoyunun tepkisini ölçmek. İkincisi ise muhalefeti gerçekliği olmayan bir konu üzerinden kaosa ve kafa karışıklığına sürüklemek.
Görünen o ki, bir haftadır muhalefet içinde süren tartışmalar, sert söylemler ve özellikle DEM Parti’ye yönelik “CHP’yi satmakla” itham eden suçlamalar, Erdoğan’ın muradına erdiğini gösteriyor.
Cumhurbaşkanı bir kez daha muhalefetin oyun alanını belirlemeye çalışıyor. Kendi seçmenini konsolide ederken, muhalefeti iç gerilimlere boğuyor. Erdoğan’ın artık DEM Parti’nin oyunu almanın pek mümkün olmadığını fark ettiği, bunun yerine muhalefetin enerjisini içeriden zayıflatma stratejisine yöneldiği çok açık.
Bu onun ilk hamlesi değil. Erdoğan, muhalefet saflarındaki Kürt karşıtlığını ve Kürt siyasetine yönelik güvensizliği harekete geçirme konusunda oldukça maharetli. Ne yazık ki, Kürt hareketi söz konusu olduğunda bazı ulusalcılar, sosyal şoven çevreler ve devlet refleksiyle hareket eden kesimler hiçbir sorgulama yapmadan refleksif bir şekilde pozisyon alabiliyor. Kürt siyasetçileri suçlayıcı, dışlayıcı ve orantısız bir dille eleştiriyorlar.
Cumhurbaşkanı bir kez daha muhalefetin oyun alanını belirlemeye çalışıyor. Kendi seçmenini konsolide ederken, muhalefeti iç gerilimlere boğuyor. Erdoğan’ın artık DEM Parti’nin oyunu almanın pek mümkün olmadığını fark ettiği, bunun yerine muhalefetin enerjisini içeriden zayıflatma stratejisine yöneldiği çok açık.
Yanlış ve tehlikeli bir eğilim
Oysa benzer süreçler daha önce de yaşandı: 2010 referandumu, 2019 ve 2024 yerel seçimleri, 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimi… Her seferinde benzer kaygılar dile getirildi, ama hiçbiri haklı çıkmadı. Bugünse, silahsızlanma süreci gibi tarihi bir eşikte, benzer bir dil kullanılıyor.
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bazı yaklaşımları ve bu yaklaşımların yarattığı sorunlar elbette eleştirilebilir. Ancak bu, DEM Parti’ye yöneltilen aşırı ve geçmişi sıfırlayıcı eleştirileri haklı kılmaz. Yarım yüzyıllık bir mücadelenin ve ödenen ağır siyasal bedellerin yok sayılması, ne barış sürecine ne de muhalefetin inandırıcılığına katkı sağlar.
Bu tür yaklaşımlar yalnızca barışın toplumsallaşmasını zorlaştırmakla kalmaz, otoriter rejimin devamını sağlayan nefes borularından biri haline gelir. Muhalefetin Kürt sorunu karşısında hâlâ ciddi bir sorumluluk ve görev tanımı yapamaması, bu kırılganlığın bir başka göstergesidir.
Doğru okumak
Kürt siyasal hareketine yönelik güvensizlikten beslenen bu refleksler, Kürtleri kendilerini ispatlamaya zorlayan sosyal şoven bir siyaset tarzını teşvik ediyor. Oysa Kürt hareketi, dünya örneklerinden farklı olarak çatışma çözümünde benzersiz ve son derece zor bir yolu tek başına omuzlamış durumda.
Barışa katkı sunmak için önce bu gerçekle empati kurmak gerekir. Unutmayalım; bu yolculuğun henüz başındayız. Muhalefet bu sosyal şoven eğilimleri aşamazsa, kazanan yalnızca iktidar olacaktır. Zaten hedeflenenin de bu olduğu açıkça ortada.

Yorum Yazın