Birkaç gün sonra 102’nci yılını geride bırakıyoruz Cumhuriyet’in; kutlu olsun. Cumhuriyet’in 103. Yılına zorlu bir süreçten geçerek giriyoruz.
Bu zorlu sürecin en önemli nirengi noktasının başında, iktidarın artık yönetemediği gerçeği geliyor. Hiç kuşkusuz, iktidardan nemalanan büyük bir kesim var ama bu durum, gelir düzeyi açlık sınırının altında kalan milyonlarca insanın Pazar atıkları arasında yiyecek aradığı gerçeğini değiştirmiyor.
AKP ise iktidar olmanın bütün olanaklarını, toplumun algısını yönetmek ve yönlendirmek için kullanıyor. Bunu bazen açtırdığı davalar aracılığıyla bazen elinin altında tuttuğu medyada yaygınlaştırdığı dezenformasyon bombalarıyla yapıyor.
Geride bıraktığımız hafta, iktidarın bütün dezenformatikyönlendirmesine rağmen, Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi, CHP aleyhine açılan ve kamuoyunun “butlan” olarak bildiği davayı reddetti.
Böylece iktidarın CHP’ye yönelik kumpası yerle bir oldu.
İKTİDAR NEYİ AMAÇLIYOR?
Durdu mu iktidar?
CHP’ye yönelik “butlan” tartışmalarının bir kumpas olduğunun anlaşılmasını istemediği için durmuyor. Toplum derin bir nefes almak için harekete geçmek üzereyken, bu kez de halkın haber alma hakkını elinden geldiğince yerine getirme uğraşı veren Tele 1’e kayyım atadı.
Neden?
Yoktan var edilmiş bir haber kanalı Tele 1. Merdan Yanardağ da, yıllardır herkesin gözü önünde halkın haber alma hakkı için mücadele veren bir gazeteci. Birden bire “casusluk” suçlamasıyla karşı karşıya kalıyor ve böylece topluma ulaştırdığı haberlerin ciddiyetine gölge düşürülmesi amaçlanıyor. Esas amaçlarıysa özgür basını susturarak, halkın gerçekleri duymasını engellemek olduğu açıkça görülüyor.
Meksika yerlilerine atfedilen şu söz, tam da bu durumları anlatır:
“Biri size parmağıyla güneşi gösterdiğinde, eğer parmağın ucuna bakarsanız, gerçeği göremezsiniz. Eğer doğrudan güneşe bakarsanız, gözleriniz kamaşır ama gerçeği göremezsiniz. Her iki durum da sizi yanıltır. Gerçek nerededir peki? Gerçek, parmağın ucuyla güneş arasında uçan güvercinin kendisidir.”
İktidarın yaptığı tam da bu; bazen toplumun dikkatini güneşi işaret eden parmağa, bazen doğrudan güneşe çekmek istiyor; asıl amacıysa bu iki olgu arasında vukubulan gerçeğin üstünü örtmek…
Nedir o gerçek?
Emekliler, asgari ücretliler, çiftçiler, işsizler, gündelik hayatlarını sürdüremez haldeler. Bu duruma dikkat çekecek, olup biteni toplumsal bilinçte açığa çıkartacak olan ve dördüncü kuvvet olarak bilinen medya baskı altında. Muhalefet ise “böl, parçala, yönet” yöntemiyle mobilize edilmek isteniyor.
CUMHURİYETİ, KİMSESİZİN KİMSESİ NASIL YAPABİLİRİZ?
Koşullar giderek ağırlaşıyor.
Çeşitli vesilelerle atıfta bulunduğum, Marx’ın 11. Tezde dile getirdiği üzere, “filozoflar, bugüne dek dünyayı yorumlamakla yetindiler; aslolan onu değiştirmektir”.
Demek ki durumu tespit etmek yetmez; asıl mesele, bu ağır koşulları nasıl değiştirileceğidir.
Bu nokta, 102 yıl önce kurulan Cumhuriyet fikri ile doğrudan ilintilidir.
Nasıl tanımlıyorduk Cumhuriyeti?
“Halk için, halkla beraber” bir yönetim modeli deniyor Cumhuriyet için. “Sıradan insanların kendisini güvende hissettiği bir rejim” anlamına geliyor bu tanım. Mustafa Kemal’in, “Cumhuriyet, bilhassa kimsesizin kimsesidir” tanımı da, bu nedenle yapılmış gibi duruyor.
Kurtuluş bu umutla; kuruluş bu amaçla gerçekleşmişti.
O günleri destanlaştıran Nazım’ın dizelerini hatırladığımızda, sıradan insanları harekete geçiren saiki de hatırlamış oluruz:
“Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
iki kat soyulmamak için.”
DEĞİŞTİRMEK İÇİN NE YAPILMALI?
“Halkın iktidarı” umuduyla kurduğumuz, “kimsesizin kimsesi” olmak amacıyla inşa ettiğimiz o günlerden, Cumhuriyetin “taşıyıcı kolonlarından” uzaklaştığı bu günlere nasıl geldiğimiz üzerine epeyce düşünmemiz gerekecek.
Marx’ın 11. Tezi, harekete geçmek için bir senaryoya ihtiyacımız olduğuna işaret ediyor. Geleceği kurtaracak dört başı mamur bir senaryo için şu sorulara yanıt vermemiz şarttır.
Bir düşünün; “İki kat soyulmamak için” verdiğimiz o muhteşem mücadele, neden yarım kaldı?
“Kanla irfanla” kurduğumuz bu Cumhuriyet, nasıl oldu da, bugün, bu durumda?
Nasıl oldu da, dişimizden, tırnağımızdan artırarak, var ettiğimiz, yüzyıllık birikimlerimize sahip çıkamadık?
Sorular, bizi gerçeğe ulaştırır.
Ulaştığımız gerçek, Türkiye’nin katılımcı, şeffaf ve hesap verebilir bir modelle yönetilmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Bu gerçeğin ışığında ne yapmamız gerektiğine gelince…
Bir önceki yazımda da belirttiğim üzere bunun birinci şartı, “bir olmak, iri olmak ve diri olmaktır.”
İkinci şartı, aynı hedef etrafında birleşip mücadele etmektir.
Üçüncü ve en önemli şartı, hakkın ve haklının üstün gelmesi için örgütlü olmaktır.
Bu şartları yerine getirdiğimizde, hayat bizi, önceki gün maden işçilerinin, dün altın işletmecilerinin işgal ettiği topraklarını savunan köylülerin, bugün halkın haber alma hakkı için her şeyi göze alanların yanına götürüyor.
Türkiye’nin aydınlık geleceğinin, bu şartların sağlanmasıyla doğru orantılı gerçekleşeceği açıktır.




























Yorum Yazın