1989 yılının 9 Kasım’ında, Kenan Evren’in yedi yıldır sürdürdüğü cumhurbaşkanlığı görevi son buluyordu. TBMM, Evren’in yerine oturacak yeni cumhurbaşkanını belirlemek için toplanmıştı.
En güçlü aday, Başbakan Turgut Özal’dı. Meclis çoğunluğunu elinde bulunduran Özal, cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili sorulara başlarda kaçamak cevaplar veriyordu. Köşke çıkarak Evren’e, cumhurbaşkanı seçilmek gibi bir niyeti olmadığını söylüyordu.
Gelgelelim 1987 yılında düzenlenen genel seçimlerde, Özal’ın başında bulunduğu ANAP’ın oyları, bir önceki seçimlere göre düşmüştü. Gerçi meclisteki sandalye sayısını artırmıştı. Ancak iki yıl sonraki yerel seçimlerden çıkan tablo, Özal ve ANAP için hiç de iç açıcı değildi.
12 Eylül’ün kapattığı CHP’nin yerine kurulan Sosyaldemokrat Halkçı Parti ipi göğüslemişti. Erdal İnönü liderliğindeki SHP İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere pek çok ilde birinci gelmişti. ANAP’ın kaleleri birer birer düşmüştü. Oylarıysa neredeyse yarı yarıya gerilemişti.
İki dönem üst üste tek başına iktidar olan Özal, tabloyu değiştirmek için gözünü köşke dikmişti. TBMM’de artık belki bir daha hiçbir zaman bulamayacağı çoğunluğu, cumhurbaşkanlığı seçimleri için kullanmayı planlıyordu.
Süleyman Demirel’in başında bulunduğu Doğru Yol Partisi ve SHP, Özal’ın cumhurbaşkanlığına şiddetle karşı çıkıyordu. Kamuoyu yoklamalarında Bülent Ecevit’in ismi öne çıkıyordu. Ayrıca Özal’ın yüzde yirmileri bile bulmayan bir oyu vardı.
Toplumsal tabanda karşılığı olmayan, halkın yüzde sekseninin hayır dediği bir kişinin köşke oturması söz konusu bile olamazdı.
TBMM’deki çoğunluğu elinde bulunduran Özal, her hâlükârda seçileceğini biliyordu. Gene aynı nedenden ötürü, muhalefet partileri seçimleri boykot ettiler.
Böylece tarihimizde ilk defa bir cumhurbaşkanlığı seçimleri, muhalefet tarafından boykot ediliyordu.
DYP ve SHP’nin katılmadığı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sadece ANAP milletvekilleri vardı. İktidar partisi içerisindeki fikir ayrılıkları yüzünden bazı ANAP’lı vekiller de yoktu.
Bu arada Özal’ın karşısına, kendi partisinin Burdur Milletvekili Fethi Çelikbaş rakip olarak çıkmıştı. Muhalefet de boykot edince, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ANAP ile ANAP yarışıyordu sizin anlayacağınız.
Ama beklendiği gibi Özal seçildi.
Seçildi seçilmesine fakat tartışmaları da beraberinde getirdi. Sadece ANAP’lı milletvekillerinin katıldığı bir oylamada, muhtemeldir ki sembolik muvazaa adayla ve muhalefet olmadan kazanmıştı.
ANAP’ın milletvekilleri, oylama yapmaya yeter sayıda olduğu için anayasal bakımdan seçimlerin üzerinde bir gölge yoktu. Toplamda 450 sıralı parlamentoda, ANAP’lı vekillerin 263 oyunu almıştı. Dolayısıyla muhalefete göre bu tablo meşru değildi.
Seçimlerden sonra da sular dinmek bilmedi.
Özal, 9 Kasım 1989 günü Evren’den görevi devraldı. Bir gün sonrası 10 Kasım’dı. Türkiye,iktidarıyla muhalefetiyle Mustafa Kemal Atatürk’ün huzuruna çıkacaktı. Anıtkabir’in açıldığı 1953 yılından beri böyleydi, hiç değişmemişti.
Ta ki Özal’a kadar.
1989’un 10 Kasım’ında ilk defa cumhurbaşkanı ile iktidar ve muhalefet partileri birlikte Anıtkabir’e gitmemişti. Özal, sabahtan Anıtkabir’deydi. DYP ve SHP ayrı ayrı gitmişti.
Anıtkabir’de aynı gün üç farklı tören düzenlenmişti.
Sonrasındaki millî bayramlarda da durum değişmemişti. Özal’ın cumhurbaşkanlığını protesto eden muhalefet partileri Anıtkabir’i ayrı ayrı ziyaret ediyor, kimisi Taksim’e çelenk bırakıyor, kimisi Hipodrom’a gidiyordu.
Örneğin 1990 yılının Cumhuriyet Bayramı’nda, dönemin gazeteleri “Boykotlu Kutlama” manşetini atmışlardı. Hemen altınaysa “Özal Anıtkabir’e muhalefetsiz çıktı. İnönü İstanbul’daki törenlere katılırken Demirel alternatif kutlama düzenledi” diye yazılmıştı.
1991 ve 1992 yıllarında da benzer protestolar sürmüştü.
Peki, bu kadar yıllar boyu devam eden boykotun sebebi sadece meclis seçimleri miydi? Aslına bakarsanız değildi.
Özal’a kadar, Celal Bayar haricinde, cumhurbaşkanlığı koltuğuna siyasî bir isim oturmamıştı. Cumhurbaşkanlarının siyasetin içinden gelmemesi, devlet adamı kimliğiyle temayüz eden bir profil çıkarıyordu.
Özal, etkili bir politikacı olarak siyasî olmayan bir makama oturduğunda işler biraz karışmıştı. Devlet başkanlığına geçilmesini istiyor, kabine adına açıklamalarda bulunuyor, partisinin genel başkanı gibi davranıyor, tarafsızlık ilkesini ihlal ediyor ve bazı ifadeleriyle laiklik için tehdit meydana getirdiği konuşuluyordu. En azından muhalefet böyle düşünüyordu.
Bu nedenle muhalefet partileri, Cumhurbaşkanı Özal’a çok sert yükleniyordu. Cumhurbaşkanı, eşit mesafede yaklaşması gereken muhalefet partileriyle sıklıkla kendisini ağız dalaşının içerisinde buluyordu.
Cumhurbaşkanlığı makamı politikacıların elinde giderek siyasallaşıyordu.
İşin enteresan tarafı kendisini muhafazakâr olarak takdim eden partiler ve liderler, siyasallaşmayı millî bayramlara kadar taşımıştı. Artık iktidar ve muhalefet, millî bayramları birlikte kutlamıyor; aynı kareye bile girmiyordu.
Şimdi diyeceksiniz ki, biz bu hikâyeyi niye okuduk?
Cumhuriyet Bayramı’nı ikmal edeceğimiz şu günlerde Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti ve parlamenter demokrasiyi tekrar önümüze koyup bir düşünmemiz gerekiyor. Neredeydik, nereye geldik diye.
Anayasal bakımdan hepimizi temsil eden cumhurbaşkanlığı makamı, sıcak siyasetin öznesi olduğu ölçüde işler sarpa sarıyor. Tarihsel olarak böyle.
Kutuplaşmayı körükleyerek, kendisi gibi düşünmeyenleri hedef göstererek, rakiplerini içeri atarak, demokrasiyi kısarak, muhalif televizyonlarda penguen belgeseli izleterek olmaz bu işler.
Aksi durumda ayrışmalar körüklenir; Özal örneğinde olduğu gibi her kesim bayramını ayrı kutlar. Hoş, bugün de farklı değil.
Uzun sözün kısası, Türkiye’nin yeni bir sisteme, yeni bir vizyona ihtiyacı vardır. Bunun için Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin kurucu ayarlarına bakmak yeterli olacaktır. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.


























Yorum Yazın