Hafta sonu Türkiye siyasal tarihin iki önemli gelişme birdenyaşandı. TELE 1 Genel Yayın Yönetim Yönetimi MerdanYanardağ, İBB Başkanı ve CHP Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ile danışmanı Necati Özkan hakkında Çağlayan adliyesinde siyasi casusluk masası kuruldu. Irak Kürt federal bölgesi yönetimi topraklarında ise PKK’nin silah bırakma sürecine ilişkin basın açıklaması yapıldı.
Siyasi casuslukla suçlan üç isim pazartesi sabaha karşı tutuklandılar. Doğal olarak haklı bir biçimde insanlarımızın büyük bir çoğunluğu “bu ne yaman çelişki” sorusunu sormaktadır. Dünyanın başka bir ülkesinde buna benzer gelişmeler aynı anda olmasına pek rastlanmamıştır.
Üstelik daha iki yıl öncesine kadar demokratik Kürt partisine/hareketine karşı uygulanan itirafçı beyanına dayalı suçlama, tutuklama yöntemi, bu kez barış sürecinde ana muhalefet partisi mensuplarına ve sol, sosyal demokrat muhaliflere karşı uygulanıyor.
Bu türden yaklaşımların, Türkiye’ye özgü çatışma çözümü arayışını zorlaştırmaktan başka bir sonuç doğurmayacağı açıktır. Hatta büyük riskler içeren bir yaklaşımdır. Bu çelişkiyi görmeme hali Kürt siyasal hareketi için imkân dâhilinde bir şey değildir. Kürt siyasal hareketinin bu riski göze almasını beklemek kendi ayaklarına kurşun sıkmasını istemek gibi bir şeydir.
Bu koşullarda PKK tarafından kurulan masada a bize ne anlatmaya çalıştığına odaklanmaya çalışacağım. PKK silahlı güçlerinin yaptığı açıklama, TBMM Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu çalışmalarının ilk aşamasının sonuna yaklaşıldığı bir dönemde, bir süredir Türkiye’ye özgü yeni çözüm sürecinde tıkanıklık yaşandığı yönündeki kaygıları boşa çıkardı. Sürecin yavaş da olsa ilerlediğini teyit etti. Bununla da kalmadı; PKK lideri Abdullah Öcalan’ın, örgütün dönüştürülmesi ve silahların tümüyle devre dışı bırakılması konusunda ısrarlı, kararlı ve tek taraflı bir süreç yürüttüğünü ortaya koydu. Hiç kuşkusuz, sorumlu, yerinde ve doğru bir tutum sergilenmiş oldu.
Beklenti, iktidarın silah bırakan ve örgütü fesheden PKK üyeleriyle ilgili yasal düzenlemeleri yapması, infaz yasasını gözden geçirmesi ve TBMM Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’ndan temsili bir heyetin PKK lideri Abdullah Öcalan’ı da dinlemesiydi.
Ekim ayının sürece ilişkin ana gündemi, İmralı’ya gidecek heyet konusuydu. Öcalan adına kamuoyuna yapılan açıklamalarda da bu yönde bir talebin varlığı teyit ediliyordu. Ancak sürece destek olmak isteyenlerin hangi konulara ve taleplere odaklanacaklarını isabetli biçimde belirlemeleri gerektiği de ortaya çıktı.
Tüm bunlar olmadan PKK’den gelen yeni adım, Türkiye’ye özgü bu çözüm sürecinin dünyadaki hiçbir örnekle benzerlik taşımadığını gösteriyor. Süreç, esas olarak örgütün feshi ve silah bırakma konularına odaklanmış biçimde planlandığı gibi yürütülüyor. Hiç kuşkusuz bu memnuniyet vericidir. Açıklamada da devlet ve güvenlik merkezli bir sürecin işletildiği teyit edilmektedir. Bu anlamda, dar bir kadro tarafından yürütülen bir süreç söz konusudur. Sivil toplum ve demokratik siyaset alanı, en azından silah bırakma aşamasında, tamamen devre dışı bırakılmış durumda. Bu yönüyle de dünyada benzeri olmayan bir örnek teşkil ediyor.
Hak, hukuk ve özgürlüklerden söz edilmemekte. 11 Temmuz sonrası süreçte PKK tarafından yapılan açıklamaların tamamı, fesih ve silah bırakmaya dönük düzenlemelerle sınırlı. PKK ismi dahi kullanılmıyor. Bu durum, PKK’nin, Kürt hareketinin ve Öcalan’ın Türkiye’ye özgü yeni çözüm sürecini geçmiştekilerden çok farklı bir bakışla ve tutumla yaklaştıklarını gösteriyor. PKK yetkililerinin açıklamalarında, güncel siyasi gelişmelerin örgütün feshi ve silahların bırakılması bağlamında ele alınması; demokratik dönüşüm beklentisini ve demokratik siyasetin güçlenme ihtimalini artıran bir yaklaşımı yansıtıyor.
Ancak açıklamanın ardından AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik ile AK Parti Başkanvekili Efkan Ala’nın değerlendirmelerinde, Sabri Ok’un bir kez daha hatırlattığı “Sürecin gerektirdiği hukuki ve siyasi yaklaşımlar gecikmeden yerine getirilmelidir” çağrısına hiç değinmediler. Açıklamayı pozitif bulmayla yetindiler. Bu da iktidarın sorumluluklarını yerine getirme konusundaki toplumsal tereddütleri derinleştiriyor. Oysa bu durumun kendisi, güvenlik sorunu yaratabilecek bir nitelik taşıyor. Böyle bir yaklaşım, sürecin sürdürülebilirliğini riske atabilir
Cumhurbaşkanı Hukuk İşleri Başkanvekili ile Başdanışmanı Mehmet Uçum’un Pazar günü kamuoyuna yansıyan: “Bundan sonra da geçiş sürecinin hukukuna ilişkin hazırlıklar dâhil gerekli hamlelerin bir bir gerçekleşeceği ve emin adımlarla hedefe yürüyüşün devam edeceği anlaşılıyor” gibi pozitif değerlendirmesi ise kafaların karışıklığını gidermeye yetmiyor. Somut adımların atılması bekleniyor.
Diğer yandan Kandil’de yapılan açıklamada, güvenlik sorununun bölgesel gelişmelere bağlı bir mesele olarak sunulması da dikkat çekiciydi. Bunun nedeni, AK Parti ve MHP’nin yeni süreci esas olarak bölgesel güvenlik yaklaşımıyla açıklamalarıdır. Bu durumun, hem Öcalan hem de PKK tarafından paylaşılması, sürecin doğasına ilişkin izaha muhtaç bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu iddia, fazlasıyla izaha muhtaçtır ve sürecin tek taraflı yürütülmeye çalışılmasıyla çelişmektedir. Böylesi bir durumda, sürecin provokasyonlara açık hale gelmesini önlemek isteyenlerin, silah bırakmanın yasal ve idari tedbirlerini zamana yaymadan, en kısa sürede alması gerekmez mi? İktidar partisi ya da Meclis neyi bekliyor?
Bugün silah bırakanların toplumsal yaşama katılımlarının ve entegrasyonlarının belirsizliğini koruması, sürecin geleceği açısından umut verici değildir. Toplumsal desteğin artırılması gereğini göz ardı etmek yanlış bir yaklaşımdır. Bu konuda tarafların uzlaşmış görünmesi, sorunun ciddiyetini ortadan kaldırmamaktadır. Tersine büyütmektedir.


























Yorum Yazın