İstanbul’da yaptığım gezilerden birinde Pera Müzesi’ndeki bir sergiye gitmiştim. Galerileri dolaşırken, koridorun sonunda diğerlerinden daha sade görünen küçük bir kapı dikkatimi çekti. Ne bir görevli vardı, ne de içeride ne olacağına dair bir yönlendirme. Sanki kapı, yalnızca merak edenleri içeri çağırıyor, cesaret etmeyenleri ise sessizce eliyordu. İçeri adım attığımda dünyanın sesi kapının dışında kaldı.
Oda boştu. Duvarlar bembeyaz, ışık nötr, hiç ses yok. Sanki mekân sanat eserini değil, izleyiciyi sergiliyordu. Ortada duran sade masanın üzerinde kapalı bir kutu çikolata vardı. Kutunun önünde küçük bir kâğıt ve tek bir kelime: “Yemeyin.”
Bir yasak, bir emir, bir uyarı… Belki hepsi, belki hiçbiri. Aç değildim; fakat gerçekte açlıkla ilgisi yoktu. “Yemeyin” kelimesi, çikolatayı basit bir nesne olmaktan çıkarıp görünmez bir iktidarlar simgesine dönüştürüyordu. İçeride kamera var mıydı bilmiyordum. Belki yoktu. Belki kamera yerine yalnızca izleniyor olma ihtimali yeterliydi. Ve ben, ihtimalin kendisine teslim oldum. Masaya dokunmadan, sorgulamadan, hatta doğru mu yanlış mı tartmadan odadan çıktım.
Benden sonra kardeşim içeri girdi. Aynı masaya, aynı çikolataya, aynı yazıya baktı. Çıktığında ne yaptığını sordum. Kutudan bir tane aldığını söyledi. Ne cezayla karşılaşmıştı, ne uyarıyla… Belki de fark tam buradaydı: Ben yasak ihtimaline boyun eğmiştim, o ise engelin gerçekten olup olmadığını kendi gözleriyle test etmişti.
İster bir oda olsun, ister bir toplum; iktidarlar çoğu zaman bağırmaz, yalnızca fısıldar. Kapıları kilitlemek yerine kilitli olabileceğini hissettirir. Kamera koymak yerine kameranın varlığını hatırlatır. Böylece kişi, gözetleyen bir göz olmasa bile gözetleniyormuş gibi davranır. İşte tam da burada iktidarlar dışarıdan içeri taşınır; birey, kendi kendisinin jandarması olur.
Aslında bu yalnızca odayla ilgili bir mesele değildi; bugün ekranlarımızda, sosyal medyada, sokakta, sokak kameralarında aynı hissi yaşamıyor muyuz? Belki kimse bizi izlemiyor, belki kaydeden yok. Ama “belki vardır” düşüncesi bile davranışlarımızı ehlileştirmeye yetiyor. Kendi sözümüzü kendimiz sansürlüyor, kendi kararımızı kendi kendimize törpülüyoruz. Böylece iktidarlar gerçek baskıyla değil, ihtimal duygusuyla hüküm sürüyor.
O odadaki çikolatalar aslında birer semboldü. Yenmek için varlar, paylaşılmak için, bir eylemin parçası olmak için. Ama kimse dokunmazsa yine orada dururlar; görünürde kaybolmazlar fakat anlamlarını yitirirler. Bir süre sonra yavaş yavaş erirler, yapışkanlaşırlar, varlıklarını sürdürürler ama işlevlerini kaybederler. Özgürlük de böyledir. Yok edilmez; kullanılmadığında, cesaret edilmediğinde, denenmediğinde erir. Kâğıt üzerinde hala vardır, fakat gündelik hayatta görünmez olur.
İşte bu yüzden, bazen büyük kısıtlamalarla değil, küçük kelimelerle yönetiliriz. Bazen sopayla değil, sadece bir not kâğıdıyla. Ve asıl tuzak, o notu kimsenin koymamış olabileceğini bile aklımızdan geçirmememizdir. Asıl teslimiyet, yasaklandığımız için değil, yasaklandığımızı sandığımız için başlar. Çikolata erir, özgürlük erir, ama biz hâlâ masanın başında bekleriz.
Kardeşimin yaptığı, yalnızca çikolata almak değildi; görünmez otoriteyi test etmekti. Benim yaptığım ise, o otoriteyi sorgulamadan kabul etmek oldu. Ve belki de gerçek güç tam burada yatıyor: İnsanlar denemedikleri sürece, hiç kimse onları engellemek zorunda kalmaz.
O küçük oda, bana büyük bir gerçeği öğretti. Özgürlük çoğu zaman kapatılarak değil, kullanılmayarak kaybedilir. Ve bazen, hiç kimse bizi durdurmadığı halde, kendi kendimizi durdururuz. Çikolata masada durur, yasak kâğıtta durur, biz ise zihnimizde kurduğumuz duvarların gölgesinde bekleriz.



























Yorum Yazın