Yiyimci Makyavelizm
Önceki yazılarda Makyavelizm’in gerçek anlamı ve gerçek bir Makyavelizm örneği anlatıldı.
Ancak çok sayıda siyasetçi, hukukçu, ekonomist Makyavelist teorinin ve özellikle Prens adlı eserin içinden belirli sözleri cımbızla çekip alarak “ahlaksızlıklarına” sözde bilimsel bir temel sağlıyorlar.
Bunu yaparken bilimi de ahlaksızlıkla özdeşleştirip değersizleştiriyorlar; insan kendi çıkarının peşinden koşan ve en yakınındakine en büyük kötülüğü yapabilen bir varlığa dönüşüyor.
Modern dünyada bu tür bir anlayışın felaketle sonuçlanan çok sayıda örneği var.
Yakın tarihte Irak, Libya ve Suriye örneklerine bakınız: Liderler devletin sürdürülmesinde zora dayalı bir yönetimi tercih ettiler: Liderler, devletin bekasını, kendi bekalarına bağladı.
Yurttaşların yönetime katılmalarının hiçbir değeri yoktu; hatta siyasal katılımın önlenmesi gerekiyordu.
Bu yolla sınırlı olan kaynaklar saray ve çevresine aktarıldı; halktan hiçbir talep ve şikâyet gelmesine izin verilmedi.
Liderler ve yakın çevreleri saraylarda şatafatlı bir yaşam sürerken halk giderek yoksullaşıyordu.
Liderler, halkın yararına olmayan iktidarı ellerinde tutmak için her yolu mubah sayıyorlardı.
“Rejime muhalefet” yasak, “rejimin muhalefeti” himaye altındaydı; rejimin muhalefeti statüsüne erişemeyen muhalifler yasadışı bir alana itiliyordu.
Emperyalist güçler yasadışı muhalefetin çaresizliğini bir fırsat olarak görüp değerlendiriyordu: Kendilerine bağlı kalma sözü veren yasa dışı muhaliflere para, silah ve eğitim desteği veriyordu.
Sonuç, saray yönetimlerinin istikrarsızlaşması ve istikrarsızlık arttıkça şiddetin dozunun artmasıydı.
Her üç devlette de liderler sonunda devrildi; emperyalist güçler kuklaları halindeki muhalif güçlerle işbirliği yaparak istedikleri yönetimleri kurdular.
İstikrarsız ve kontrol edilebilir bir Ortadoğu coğrafyasındaki doğal kaynaklar emperyalist güçlerin emrindeydi artık.
Kukla yönetimler, kendilerinin nasıl iktidara geldiklerini en iyi bildiklerinden her söyleneni yapmak zorunda olduklarını da en iyi bilenlerdi.
Nereden nereye…
Kendi iktidarlarını ebedi kılmak isteyen ve bu amaçla yapılacak her şeyi mubah gören liderler hem iktidarlarını kaybettiler hem de liderliğini yaptıkları toplumların geleceğini satmış oldular; onların sömürgeleşmesinin nedeni oldular.
Bu toplumların bireyleri, değerlerini benimsemedikleri Batı toplumlarına giderek orada kimsenin yapmak istemediği aşağı düzey işleri düşük ücretle yapmaya razı oldular.
Bu işleri yapabilmek için çocuklarının yaşamını ve geleceğini tehlikeye atarak kaçak yollarla gelişmiş ülkelere gitmenin yollarını aradılar.
Bu süreçte herkesi insanlığından utandıracak çok sayıda dram yaşandı.
“Yiyimci Makyavelizm”in makro düzeydeki bazı sonuçları ancak bunlardı.
Liderlerin kişisel çıkarları uğruna, toplumların geleceği karartıldı.
“Yiyimci Makyavelizm” zamanla yaygınlaşarak toplumların içini de kemirebiliyor: Örneğin:
Bir kadın belediye başkanı… Milletvekilliği yapmış… Anamuhalefet partisinin içinde çok sayıda önemli görevde bulunmuş…
Sembolik bir isim haline gelmiş ve halk tarafından “topuklu efe” lakabıyla anılmış…
Her dönem hiçbir çaba göstermeksizin görevlere ilk aday gösterilen kişilerden olmuş…
Şahsi menfaatleri ile uğrunda mücadele ettiği değerler çatıştığında gözünü kırpmaksızın şahsi menfaatlerini tercih etmiş…
Makyavelizm, “iktidara giden her yol mubahtır” şeklinde anlaşıldığında bu tercih son derece anlaşılırdır: Amacın kendisinin bir meşruiyeti aranmayacaksa, kişinin kendi çıkarının peşinden koşmasından daha doğal ne olabilirdi ki?
“Bilimci Makyavelizm”in bu tür bir davranışa izin vermesi mümkün olmasa da “yiyimci Makyavelizm” bu tür geçişler için biçilmiş kaftan…
Bir kadın akademisyen… Yıllarca devlet sistemleri konusunu çalışmış…2 017 Anayasa değişikliği ile getirilen sistemin tanımlanabilir bir sistem olmadığını en iyi bildiğinden yıllarca sistemi alabildiğine eleştirmiş… yakın tarihte “güçlendirilmiş parlamenter sistem” projesinin mimarlarından biri olmuş…
Şahsi çıkarları ile savunduğu değerler çatıştığında gözünü kırpmaksızın şahsi çıkarlarını tercih etmiş…
Şimdi, değiştirilmesi gerektiğini düşündüğü sistemin koruyucusu haline gelmiş ve eskiden eleştirdiği sistemin çarklarını titizlikle çevirmekle meşgul…
Şimdi artık bir makam sahibi; iktidarı elde etmiş yani…
Her iki örneğin aktörü de siyasette daha çok yer verilmesi gerektiğini düşündüğüm kadınlar…
Aktörlerin kadın olması, durumun vahametini artırırken erkeklerde daha da vahim durumlar var.
Sosyal demokrat bir partinin 13 yıl boyunca genel başkanlığını yapmış bir isim…
Zat’ın sosyal demokrat nitelikli bir etkinliğine rastlanmasa da kimse sesini çıkarmamış…
Anayasaya aykırı bir Anayasa değişikliğini destekleyeceğini açıkça beyan etmiş bir ana muhalefet partisi lideri…
Yürütmenin dış politikasına karşı çıkmasına rağmen onu desteklemiş tutarsız bir politikacı…
Görev süresi boyunca siyasal iktidarın başarısızlıklarını değerlendiremediğinden seçimlerde sürekli yenilmiş…
Kendisine kazanma şansı olmadığı söylenmesine rağmen aday olmuş ve aday olabilmek için partisinin önemli sayıda milletvekilliğini başka partilere hediye etmiş…Sonunda tarihsel dönemeç niteliğindeki bir seçimi de kaybetmiş…
Bütün başarısızlıklarına rağmen görevden çekilmeyerek genel başkanlığa yeniden aday olmuş ve seçimlerde yine yenilmiş…
Siyasi iktidarın bir projesi kapsamında yeniden partinin başına geçmek ve genel başkan koltuğuna oturmak istiyor.
Partinin başında olursa kendisinin seçimleri kazanma şansı yüzde sıfır…
Partinin başında olursa partisinin seçimleri kazanma şansı yüzde sıfır…
Bunu kendisi de biliyor…
Eğer bilmiyorsa bu daha da vahim bir durum; onca yıl boşuna siyaset deneyimi…
Yani aslında siyasal iktidarın rejimin muhalefetini yaratma projesine açıkça destek veriyor.
Aynı projenin içinden bir başka isim, eski bir milletvekili ve il başkanı, iddialara göre, son seçimlerde bir belediye başkan adaylığı istemiş ve verilmemiş.
Şahıs daha önce çok sayıda önemli görevde bulunmuş olmasının ona yeni haklar doğurması gerektiğini düşünerek partiden istifa etmiş.
Yani partide önemli görev yapmanın bir alacak hakkı doğurduğunu düşünerek alacağını alamadığından partiden istifa etmiş.
Öyle ya parti zaten bu tür önemli adamların yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor.
Onlar giderse Parti’nin ne anlamı kalır ki?
Şimdi partinin bir iktidar alternatifi olmaktan çıkarılmasına yönelik bir proje yürütülüyor.
Zat-ı muhterem büyük bir istekle projenin parçası haline gelmiş durumda.
İktidar iktidardır; küçüğü büyüğü olmaz; ülke iktidarının parti tarafından kaybedilmesine neden olsa bile il başkanlığı koltuğu da azımsanacak bir iktidar değil.
Ne de olsa eldeki kuş, daldaki kuştan iyidir.
Zat bu davranışının siyasal iktidarın işine yaradığını çok iyi biliyor; yıllarca önemli görevlerde bulunduğu partisini yıpratmaya yönelik bir hamle içinde olduğu açık.
Kendisi zaten düzelemeyeceğini varsayarak partiden istifa etmiş durumda…Ama şimdi intikam zamanı…Ayağa gelen iktidar tepilir mi?
Milletvekilliği, bakanlık, belediye başkanlığı gibi görevlerde bulunan çok sayıda isim, iktidara yakınlığıyla bilinen TV kanallarında programlara katılarak kendilerinden sonra partinin nasıl bozulduğunu anlatıyorlar.
Ya onlar istedikleri görevde bulunacaklar ya da parti kapanacak!
Örnekleri çoğaltmak mümkün ama bu yazı yönünden gerekli değil.
O zaman şu soruyu sormak zorunlu hale geliyor:
Partinin zor zamanlarında ona zarar vermekten ve siyasal iktidarın projesine destek vermekten çekinmeyen bu tür kişiler neden partiden ihraç edilmedi?
İlkeli bir siyasal partinin, parti ilkelerini yok sayan bir üyeyi, genel başkan olsa dahi, ihraç etmesi gerekmez mi?
Parti üyeleri parti politikalarına aykırı davrandıklarında ve partiye zarar verdiklerinde yaptırımla karşılaşmaları söz konusu olmuyorsa disiplin mekanizması niye vardır?
Kuşkusuz demokratik siyasal partilerde de disiplin mekanizması vardır ve parti ilkelerine bağlılığı sağlamak için kullanılmak zorundadır.
Aksi takdirde ne mi olur?
İşte bu yazıda anlattığım şey olur: Kişisel hırsları, makam-mevki tutkularını gidermek için partiye girenler, koltuklarını kaybettiklerinde, partiye herkesten daha fazla zarar verirler; “yiyimci Makyavelizm” partide yayılır.
Şu halde, parti kimliğini korumak için ilkelere sadık kalmak ve ilkeleri ihlal edenlere gerekli yaptırımları uygulamak gerekir; hem partideki görevler dağıtılırken hem de daha sonra bu ilkelerin ayakta tutulması şarttır.
Bu kadar çok sayıda parti üyesinin önemli görevlere geldikten sonra partiye ihanet etmelerinin engellenmesi başka türlü sağlanamaz.
Kimilerinin aklı bir genel başkanın partiden ihracını almıyor; kabullenemiyorlar.
Oysa parti ilkelerini ihlal eden bir genel başkan evleviyetle ihraç edilmeliydi.
Genel başkanlık makamı onursal bir makamdır ve o makamda bulunanların o makamın onuruna uygun davranmaları gerekir.
Kişiler, genel başkanlık makamını onurlandırmazlar, tam tersine genel başkanlık makamı kişileri onurlandırır.
Dolayısıyla genel başkanlık yapmış birinin herkesten daha fazla o onura layık davranmaya çalışması; kişisel hırs ve tutkularını partinin çıkarlarının önüne koymaması gerekir.
Genel başkan bile olsa, her kim ki parti ilkelerine ciddi zarar verirse derhal ayıklanması gerekir.
Aksi takdirde “yiyimci Makyavelizm”in partide yaygınlaşır ve partinin demokratik muhalefet görevini yürütmesi güçleşir.
Bu durum parti içinde cefalara katlanan ve halen siyasi nedenlerle hapiste bulunan üyeler yönünden de büyük haksızlık yaratır; çünkü onlar da kendilerine önerilen işbirliğini kabul edip parti ilkelerine aykırı davranabilirlerdi.
Parti politikaları ve ilkelerine sadık kalarak haksız ve hukuksuz olduğu halde hapiste kalmayı kişisel çıkarlarına tercih eden parti üyeleri asıl onuru hak edenlerdir.
Bu yazı dizisinin ilkinde yapılan alıntıda kendisine yapılan “yiyimci Makyavelist” teklifi reddederek hapiste kalmayı sürdüren Murat Kapki’ye ve diğer tutuklulara haksızlık etmemek partinin önde gelen görevidir.
Ancak CHP o noktada değil.
Basında sıklıkla yer bulan bazı “değerli” yorumcuların etkisinde.
Neredeyse muhalif TV yayınlarının günlük birkaç saatini tek başına doldurmayı başaran basın “Abi”si şöyle bir tespit yapıyor.
“ Bu ülkede 200 yıllık bir sandık geçmişi var; bu millet sandığa sahip çıkar; CHP yaptığı mitinglerle büyük atak yaptı ve her ankette birinci çıkıyor; eninde sonunda sandık gelecek ve CHP iktidar olacak…”
Yani diyor ki başka şeye kulak asmayın; haftada bir iki miting yapmaya devam edersek iktidardayız; rahat olun.
Yanında “siyaset bilimciler” ve “hukukçular” var ama aforoz korkusu itirazı önlüyor.
Sunucu, bu yorumu çok seviyor ve kısa aralıklarla dönüp “Abi bir daha söyle” diyor.
“Abi” özne ve yüklemin yerini değiştirmek suretiyle aynı şeyleri bir daha söylüyor.
Bu döngü birkaç saat böylece devam ediyor ve ertesi gün tekrarlanıyor: “Abi bir daha söyle.”
“Abi” muhtemelen yıllar önce bu sözleri beğendiği bir politikacıdan duydu ve hayatının önemli bir kısmında bu ezberini tekrarlıyor, ama aslı yok!
1876’da çıkarılan Kanun-i Esasi gereğince kurulan Meclis-i Mebusan halkın talebi üzerine değil Batılı devletlerin dayatmasıyla kuruldu.
Meclis-i Mebusan’a mebus seçimi, iki dereceli seçimle oluyordu; yani millet seçilecek milletvekillerini tanımadan oy veriyordu: önce ikinci seçmenler seçiliyor ve ikinci seçmenler sarayın onay verdiği kişiler arasından mebus seçiyordu.
Bu yüzden iki dereceli seçimlerin seçim sayılıp sayılmaması konusunda doktrinde tartışma vardır; bu tür seçimlerin demokratik yönü çok zayıftır.
Öte yandan bu tür bir seçimle gelenlere bile güvenilmediğinden, karşılarına Padişahın atadığı memurlardan oluşan Heyet-i Ayan konmuştu.
Heyet-i Ayan istemediği sürece kanun çıkamıyordu.
Son olarak kanunların çıkabilmesi için Padişah’ın onaylaması gerekiyordu; Padişah da mutlak veto yetkisine sahipti.
Dahası, bu Meclis iki yıl içinde dağıtıldı ve 30 yıl boyunca bir daha hiç toplanmadı.
Abdülhamit 30 yıl boyunca topluma hafiyelik ve sansüre dayalı koyu bir istibdat dönemi yaşattı.
1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet halkın isteği değildi; İttihat ve Terakki’nin eseriydi.
1946 yılına kadar iki dereceli, açık oy ve gizli sayım esasına dayalı seçim yapıldı.
1960 ve 1980 yıllarında demokratik yaşam askeri darbelerle kesintiye uğradı ve halk tarafından seçilen milletvekilleri evlerine gönderildi; 1971’de verilen muhtıra ile demokratik yaşam önemli ölçüde askıya alındı.
Diyelim ki muhterem “Abi” ve etrafındakiler tarih bilmiyorlar; peki, yakın tarihte aynı seçim pusulasında bazı oylara kabul ve bazı oylara ret işlemi yapıldığını ve seçimlerin tekrarlandığını da mı hatırlamıyorlar?
Olağanüstü hal koşullarında mühürsüz oyların kabulüyle rejim değişikliği içeren bir Anayasa değişikliğini de mi hatırlamıyorlar?
Hatırlamıyor olmalılar ki hem kimse bu sözlere itiraz etmiyor hem de CHP bu sözlere dayanarak politika belirliyor.
Nereden anlıyoruz?
İşte örnekler:
- CHP’de önemli görevlerde bulunan ancak istedikleri olmayınca CHP’ye ellerinden gelen zararı veren üyelerle ilgili disiplin işlemi başlatılmadı.
- Can Atalay’a ilişkin AYM kararını Genel Kurul’da okuttuğu için iktidar partisi tarafından cezalandırılmak istenen TBMM Başkanvekili bir daha görevlendirmeyerek iktidar partisinin istekleri doğrultusunda cezalandırıldı.
- Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun seçimi sırasında yapılan haksızlıklara göz yumularak HSK üyeliklerinin iktidar grupları arasında paylaştırılmasına izin verildi.
- Kendi üyeleri siyasi nedenlerle hapiste iken hukuk ve demokrasi reformu yapabileceğine inanılarak çözüm komisyonuna üye verildi.
Oysa CHP, “Abi”nin temelsiz saptamalarına dayanmak yerine, siyaset bilimi bulgularından yararlanabilirdi.
Siyaset bilimi duayeni Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, sosyal medyada, akademik dünyada TV kanallarında siyaset bilimi bulgularını paylaşıyor ve bunlara kulak verilmesi için çırpınıyor.
Ersin hoca bulgularını dünyaca ünlü sosyolog olan ve “Sultanizm” kavramını ilk kez kullanan Max Weber’e dayandırıyor.
Hoca, siyaset sosyologları ve siyaset bilimciler H. H. Chehabi ve Juan J. Linz başkanlığında yürütülen çalışma sonunda 1998’de The Johns Hopkins University Press tarafından basılan “Sultanistic Regimes” adında bir derleme kitap yayınlandığını belirtiyor.
Hoca bir başka çalışmasında ülkedeki rejimi “Neo-Hamidiyen” rejim olarak adlandırıyor.
Bu tür rejimlerin özelliklerini sıralıyor: (1) Parti devletinin varlığı (2) Yönetimde kişisellik (3) Anayasal takiyye (4) Çoğulculuğun reddi ve iktidarın merkezileşmesi (5) Ahbap çavuş kapitalizmi.
Ersin hoca bu özelliklerin tümünün ülkemizde bulunduğunu belirtiyor.
O zaman “Abi”nin kulaktan dolma bilgileri yerine siyaset biliminin bu tür bulgularından hareketle politika belirlemek gerekirdi.
“Sultanizm” rejiminin özellikleri bilindiğinde siyaset biliminin gösterdiği yolda stratejiler geliştirilmesi mümkün olabilir; aksi takdirde rejimin giderek kökleşmemesi için hiçbir neden yoktur.
Tarihte de günümüzde de seçimli otoriter rejimler vardır; seçimlerin yapılacak olması nedeniyle iktidarın demokratik yollarla el değiştireceğini varsaymak siyaset biliminden haberdar olmamayı gerektirir.
Hep birlikte karanlıklara gömülmemek için ülke düzeyinde “yiyimci Makyavelizm”e karşı çıkmak ve bilimin verilerine dört elle sarılmak bütün yurttaşların görevidir.
İnsanlara kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tutmalarını ve bu yolda her türlü ahlaksızlığı yapabileceklerini önerdiği için “Yiyimci Makyavelizm”in sonu hem bireyler hem de toplum için tam bir felakettir.
Emperyalizmin kucağına oturmamak için “bilimsel Makyavelizm”e ve siyaset biliminin bulgularına kulak verip demokratik bir cumhuriyet inşasından başka çıkış yolu yoktur.
Gerisi laf-ı güzaftır.
Dizinin ilk yazısı
Dizinin ikinci yazısı



























Fahri hocam, "Makyavelizm"in ne olduğunu ve ne olmadığını, pozitif anlamdaki "bilimsel Makyavelizm" ile negatif anlamdaki "yiyimci Makyavelizm" i örneklerle açıkladığınız yazı dizisi gerçekten çok ufuk açıcı, çok aydınlatıcı oldu, herkesin dikkatle okumasını ve yararlanmasını umuyorum, teşekkürler...
Tijen Demir
14-09-2025 22:53