Strazburg’a her gelişimde aynı şey oluyor: Fazla konuşmayan, ama çok şey söyleyen bir sessizlik karşılıyor beni. Şehirdeki o gri ton, o soğuk hava, o Avrupa kurumlarının ağır ritmi… İnsan ne söyleyeceğini daha en baştan tartmaya başlıyor.
Bu defa da öyle oldu.
İlk gün Sosyalistler Grubu’nun toplantısında buluştuk. Sandalyelerin üzerinde tutuklu belediye başkanlarımızın fotoğrafları vardı. Özel bir sunum yok, abartı yok, açıklama yok… Sadece fotoğraflar. Bazen bir görüntünün kendisi sözün yerine geçiyor. Bu da öyle bir andı.
Grup Başkanımız Rudkin fotoğraflara baktı, sonra bize döndü: “Bir gün siz de onların yerinde olabilirsiniz.”
Cümlenin tonu sert değildi ama altındaki gerçeklik rahatsız edecek kadar tanıdıktı.
O toplantıdan çıkınca Hemicycle’a, Meclis salonuna geçtik. Bu salonun kendine özgü bir ağırlığı var. Herkes yerinden konuşur, kimse yürüyüp kürsüye gitmez. Kartı takarsın, mikrofonun yanıp söndüğünü görürsün, butona basıp konuşmaya başlarsın. O an ne söyleyeceksen tüm salona yayılan hafif bir uğultunun içine konuşursun.
Benim söz hakkım geldiğinde, kartımın önündeki ışık yandı.
Mikrofona eğildim.
İçimden ne geliyorsa onu söyledim: “Ben Türkiye’den geliyorum.”
Bu cümle bana göre basit ama salona ağır gelen bir cümle.
Devam ettim: “Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi bir ülkeden geliyorum.”, “Parlamenter geleneği Avrupa’nın çoğundan eski olan bir cumhuriyetten…”
Sonra salondaki bakışları hissederek ekledim: “Ve bir belediye başkanının cumhurbaşkanlığına aday olduğu için hapsedildiği bir ülkeden geliyorum.”
Bir insanın sesinin, bir anda koskoca bir salonda duyulma biçimi vardır. Bu cümlenin bıraktığı sessizlik onlardandı. Ama ne abartılı bir reaksiyon oldu, ne dramatik bir hava.
Sadece “Bu böyle mi gerçekten?” diye düşünen yüzler.
Ben de tam olarak bunu istiyordum: Gerçeğin kendisi salonda kendi yolunu bulsun.
Ertesi gün güvenlik oturumu vardı.
Butona bastığımda ne söylemem gerektiği belliydi: Güvenlik artık şehirlerde başlıyor.
İstanbul’u, Kyiv’i, Gazze’yi, Kharkiv’i bir arada anmak kimseyi şaşırtmadı.
Çünkü her şehir aynı soruyu soruyor:
Yarın sabah nasıl bir dünya uyanacağız?
Orada da herkese şunu hatırlattım:
“Her kriz önce yerelde başlar. Şehir hazırlıklı değilse ülke de değildir.”
Kimse karşı çıkmadı; zaten herkes aynı kırılganlığı görüyor.
Başka bir oturumda sosyal konutlar konuşuldu.
Ben de Türkiye’den, KİPTAŞ’tan örnek verdim.
Barınma, adalet, şehir huzuru… hepsi birbirine değiyor.
Ve son konuşmam uyuşturucuyla mücadele üzerineydi.
Diploması ortamında çoğu zaman geri planda kalan ama sahada en çok hissedilen konu.
Strazburg’dan dönerken şunu düşündüm; Bu birkaç gün birbirinden farklı dört konuşmaydı ama hepsinin omurgası aynıydı.
Demokrasi de güvenlik de sosyal konut da uyuşturucuyla mücadele de dönüp dolaşıp aynı soruya geliyor; Bu şehirde nasıl bir hayat kuruyoruz?
Belki de asıl mesele tam olarak bu.
Konu ne olursa olsun, insanın yaşadığı yer, aldığı nefes, kurduğu düzen… Her şey şehrin içinde başlıyor.
Ve şehirleri ayakta tutarsak, ülkeyi de ayakta tutarız.




























Yorum Yazın