Sadettin Saran’ın uyuşturucu test sonucu pozitif çıktı. Böylece son bir haftada hem Fenerbahçe başkanının hem de Mehmet Akif Ersoy ve Ela Rümeysa Cebeci gibi bir dizi başka ismin özel hayatlarına dair öğrendiğimiz sansasyonel bilgilere bir yenisi daha eklendi. Artık bu insanların gündelik mesajlarda birbirlerine hitap biçimlerinden renkli cinsel dünyalarına kadar bir dizi konuda geniş bilgi sahibiyiz. Başka insanların özel hayatı hakkında konuşmanın verdiği hazzı doyasıya yaşıyor, onları kınarken kendi yüksek ahlakımızı bir defa daha onaylıyoruz. Üstelik bireysel bir röntgencilik de sayılmaz bu yaptığımız. Tüm detaylar zaten gözümüze sokuluyor. Bütün ayrıntıları didik didik etmemiz, üzerinde tepinmemiz isteniyor. Böyle hayatlar yaşayamıyor olduğumuza gizliden gizliye içerlesek dahi, adı geçen isimleri ağız dolusu kınayarak vatandaşlık görevimizi yerine getirmiş oluyoruz.
Saran’ın ve diğer isimlerin başına gelenler, konunun hukuki yönünden bağımsız olarak, siyasi kültürümüz açısından son derece sorunlu. Zira yaşanan süreçte insanların en şahsi bilgileri iktidara yakın basın organları eliyle ortalığa saçılıyor. Cinsel hayatlarının kimseyi ilgilendirmeyen, yargı süreçleri ile alakasız yönleri çarşaf çarşaf dolaşıma sokuluyor. En mahrem alanların kamusal bir teşhir nesnesine dönüştüğü bir dönemin içindeyiz. Görünen o ki artık hiçbir şey yalnız bize ait değil. İktidar istediği her alana giriyor. Erdoğan’ın meşhur ifadesiyle, herhangi bir konuyu “bu özel değil, bu genel, genel!” diyerek alenileştiriyor. Özel hayatın kamusal tartışmalara böyle rahatça konu edilebilmesi, yaşadığımız otoriterleşmesinin sonuçlarından bir tanesi.
Demokrasilerin aleniyet ilkesi üzerine kurulu olduğunu göz önüne alırsak, burada bir tezat var gibi görünebilir. Bir sarayın içerisindeki dar bir seçkin grubu ile ülkelerini yöneten mutlakiyetçi rejimlerin aksine, demokrasilerde siyasi süreçler halkın gözü önünde gerçekleşir. Bu anlamda demokratik yönetimler açıktır. Bunu bizzat siyasetin mekanlarında görebilirsiniz. Antik Atina meclisinin toplanma yeri, alçak bir duvarla çevrilmiş olan Pniks tepesidir. Fransız Devrimi ise Versay Sarayı’nın kapıları États généraux üyelerine kapatıldıktan sonra, Paris sokaklarında yeşermeye başlar. Öyleyse ülkemizde gördüğümüz üzere özel hayatın alenileşmesi demokrasinin doğal bir sonucu sayılmaz mı?
Bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değil. Zira demokratik açıklık, siyasal süreçlerin aleniyet kazanmasını ve kamusal alanın genişlemesini ifade eder. Söz konusu olan müzakere ve ortak karar alma alışkanlığının benimsenmesi, kamusallık kültürünün yaygınlaşmasıdır. Böylece yurttaşların ortak gündemlerini özgürce konuşacakları kamusal alanlar ortaya çıkar; siyasi konuların açık müzakere yoluyla ele alınır. Ne var ki kamusal alan, ona paralel biçimde gelişecek bir özel alana ve mahremiyet kültürüne ihtiyaç duyar. Toplumu ilgilendiren işlerde kolektif karar alma düzeninin yerleşebilmesi için, hangi konuların kamusal tartışma konusu yapılamayacağı hususunda net bir fikre sahip olmamız şarttır. Aksi halde, kolektif tartışmaların gündemini kendi anlık çıkarları doğrultusunda belirleyen egemenler, demokrasileri otoriterliğe sürükler.
Bu otoriter rejimler ise demokratik aleniyet ilkesine iki koldan saldırır. Bir yandan kamusal alanlar alabildiğine daraltılır. Büyük kent meydanları, basın yayın organları ve sosyal medya sıkı bir gözetim altında tutulur. Cadde ve sokaklar güvenlik kameraları ile takip edilir ve insanların anonim şekilde birbirini dinleyip fikrini özgürce söyleyeceği uzlaşma mekanları törpülenir. Amaç herkesin kendi yankı odasına çekildiği, birlikte hareket etme yetisini kaybetmiş, herhangi bir konuda uzlaşması mümkün olmayan kitleler yaratmaktır. Bu bir bakıma, tümüyle depolitize bir toplum yaratma fantezisidir.
İkinci saldırı ise tam tersi bir yönden gelir. Sözünü ettiğimiz rejimler, siyaset haricindeki her şeyi alenileştirir. Kamusallığın ortadan kalkması sonucu kendi köşelerine çekilmeye meyleden bireyler için korunaklı özel alanlardan bahsetmek giderek imkansızlaşır. Yevgeni Zamyatin’in Biz romanında anlattığına benzer, duvarları camdan inşa edilmiş saydam evlerde yaşamak zorundadır herkes. İktidarın talep ettiği her an, her konuda hesap vermekle ve suçsuzluklarını ispatla yükümlüdürler. Onlardan yalnız boyun eğmeleri değil, iktidarın istediği insanlar olmaları beklenir. Roland Barthes’ın ifadesiyle burada söz konusu olan “konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir.”
Otoriterleşen sistemler kamusallık kültürüne böyle saldırdıkça, özel ile kamusal alan arasındaki ayrım da anlamını yitirir. Siyaset sarayın kapalı kapıları ardında yürürken, geri kalan her şey toplum önünde sergilenen bir temaşaya dönüşür. En büyük kanunsuzluklar güpegündüz, insanların gözü önünde gerçekleşir. Suçlular, iktidar ile ilişkilerini iyi tuttukları müddetçe gizlenme duymaz. Rüşvet alanlar utanma zahmetine katlanmaz. Trafikte diğer araçların önüne geçmek, gündelik hayatta ufak uyanıklıklar yapmak artık ayıplanmaz. Bu toplumsal çürüme ortamında insanlar, kendilerini ahlaken onamak için başkalarının hayatını yargılamaya, onlar üzerinden “edeb ya hu!” naraları atmaya mecburdur. Ancak bu çabalar, kimsenin ahlaki bir hayat yaşamasını sağlamaya yetmez. Çünkü Platon’dan Farabi’ye pek çok düşünürün dile getirdiği üzere, bireyler için erdemli bir yaşam, ancak erdemli bir toplum ve devlet düzeninde mümkün olabilir.
Bu açıdan bakıldığında Saran’ın ve Habertürk çalışanlarının yaşadıkları üzerinde biraz durup düşünmek gerekiyor. Burada mesele bu insanların yapıp ettikleri değil, onların özel yaşamına dair ayrıntıları tüketme ve bunlar üzerinden ahlaki bir linç gerçekleştirme konusundaki hevesimiz. Özel hayatın dokunulmazlığı konusundaki hiçbir hassasiyetimizin olmadığı açık. Hayatlarının en mahrem alanlarına dair onlardan bir açıklama istiyor, iktidarın önümüze serdiği tüm ayrıntıları günlük sohbetlerimize konu ediyoruz.
Tüm bunlar yaşadığımız otoriterleşme sürecinden bağımsız değil. Aksine, otoriterleşmeyi ne kadar içselleştirdiğimizin, cumhuriyetin kamusallık idealinden ne kadar uzaklaştığımızın bir göstergesi bu. Hiç kimsenin özel hayatının güvence altında olmadığı bu sistemde Saran’ın, Ersoy’un ve Cebeci’nin başına gelenler, geriye kalanlar için de bir uyarı niteliğinde. Umuyorum bu toplu ahlak linçi sona erdiğinde, yaşanan sürecin siyasi kültürümüze dair neler söylediği üzerine de düşünme fırsatımız olur.

























Yorum Yazın