Hükümet silahların sustuğu Türkiye için bir barış projesi oluşturmak gerektiğini ileri sürdü. Bilahare İmralı adasında ikamet eden ve halen de PKK lideri olarak kabul ettiği Abdullah Öcalan’la görüşerek projeyi devreye soktu. Aslında bu girişim pek çok yönüyle şaşırtıcı idi. İlginç olarak girişimin önderliğini o güne kadar PKK’ya karşı sert davranılması gerektiği konusunda son derecede ısrarlı olan MHP lideri Devlet Bahçeli çekiyordu. Öcalan’ın idam edilmesi bayraktarlığını yapan bir liderin bu kadar büyük bir dönüş yapmış olması herkesi şaşırttı fakat Bahçeli artık ülkenin karşısındaki terör sorununun müzakereler yoluyla çözülmesi zamanının geldiği düşüncesine ulaşmıştı.
Süreç hızlı başladı. PKK kendini feshettiğini ilan etti. Bir grup PKK’lı ülke dışında bazı silahları yanmakta olan bir ateşe atarak silahları terk ettiklerini açıkladılar. Müzakere yapmaya hazır olduklarını söylediler.
Parlamentoda ne gibi düzenlemeler yapılması sorunu ile ilgilenecek bir de komisyon kuruldu. İYİ Parti hariç, diğer partiler komisyona üye gönderdiler. Komisyon toplandı, dağıldı, yeniden toplandı, bir kısım üyesi İmralı adasında giderek Öcalan ile görüştü, ama henüz ne yapılacağı konusunda ortaya ortak bir anlayış çıkmadı. Şu anda her parti kendi raporunu komisyona vermiş bulunuyor. Bundan sonra nasıl ilerlenecek pek belli değil. Bir vade sonunda biz denedik, çok çalıştık ama olmadı diyerek komisyonun dağılma olasılığını bile “olmaz öyle şey” diyerek dışlamamak gerek. Şimdilik tek söylenecek şey, işlerin pek de tasarlandığı gibi gitmediği.
Bazı gözlemcilere göre hükümetin zaten konuya özel bir ilgi göstermesi söz konusu değildi. Sadece konuyu gündeme sokarak, birbiri ile bağlantılı iki konuda yol alabileceğini düşünüyordu: anayasa değişikliği ve cumhurbaşkanının tekrar aday olabilmesi. Tabii bu değişikliği daha geniş bir çerçeveye oturtup demokratikleşme gibi ifadeler kullanılmıyor değil ama mevcut yapı içerisinde bulunan demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasına yanaşmayan, hukuk devleti ilkelerine bağlılık sergilemeyen, devlete değil iktidara sadakati esas alan bir yönetim anlayışının demokratikleşme özlemleri ifade etmesi pek de inandırıcı gözükmüyor. Dolayısıyla, esas tasavvurun PKK’nın sözcülüğünü yapan DEM Parti’yi ikna ederek PKK’ya bazı kolaylıklar sağlama karşılığında onları anayasa değişikliğine ikna etmek olması çok daha muhtemel. DEM bu çizgiyi benimseyecek mi, parti içinde bölünmeler mi olacak, hiç bilmiyoruz.
Ancak, söz konusu girişimin başından itibaren bazı sorunlarla yüklü olduğunu görmeden edemeyiz. İlkin, PKK’nin Türkiye içindeki etkisi büyük ölçüde kırılmıştı. Buna karşılık, ülke dışında bu örgütle bağlantılı olduğu düşünülen kuruluşlar üzerinde Türk hükümetinin etkisi bulunmuyordu. Ülke dışındaki teşkilatlanmayı denetim altına almakta, hükümetimiz Abdullah Öcalan’ın etkisine güveniyordu. Uzun süredir Türkiye’de hapis hayatı yaşayan Öcalan’ın etkisinin bir hayli zayıflamış olabileceğini düşünmediler. Öcalan’ın bir sembol olarak saygı gördüğü aşikar. Ancak, bu saygının onun sözünü dinlemek türünden bir sonuç doğuracağı aynı derecede aşikar değil. Nitekim PYD ya da Amerikalı efendilerinin deyimiyle SDG lideri olan Mazlum Abdi’nin Öcalan’dan emir almaya hazır olmadığı ortaya çıktı. Halbuki Öcalan’a bakılacak olursa, Abdi evladı gibiydi, sözünü dinlerdi, onu kırmazdı.
Tabii, hükümetimizin değerlendirme yanılgısı Öcalan’a güvenmekle bitmiyor. Hükümet PKK ile herhangi bir pazarlığa girmediğini ve girmeyeceğini, PKK’nın silahlı mücadeleyi terk ederek olağan siyaset içinde mücadele etmek istediğini, bu sağlamaya çalışacağını söylemişti. Şu anda ortaya çıkan duruma baktığınız zaman, farklı bir manzara var. Çoğu zaman bazı DEM temsilcilerinin şu veya bu şekilde dile getirdikleri ve hükümetten neler beklediklerine dair açıklamalar, PKK’nın tek taraflı ateş kesmesinden ziyade bir pazarlık sürecinin işletilmek istendiğini ortaya koyuyor. Hükümet her ne kadar reddetse de, sonunda bir pazarlık sürecinin başlamış bile olduğu izlenimi yaygın.
Sanıyorum aslında hükümetin ve DEM’in temsil ettiği yaklaşımın arasında giderilmesi mümkün olmayan bir fark var. DEM ve ülke dışında faaliyet gösteren Kürt grupları bir milleti temsil ettiklerini ileri sürüyorlar. Ülkemizin bir Türk-Kürt devleti olduğunun kabulünde ısrar bu düşünceden kaynaklanıyor. Hükümet ise Kürtleri Türkiye Cumhuriyetini oluşturan halklardan kabul ediyor, evet belki en büyük halk ama siyasi manada ayrı bir millet değil. Bu yaklaşım farkının tabii sonucu olarak DEM’in istekleri ile hükümetin barışı sağlamak için yapmayı düşündüğü değişiklikler arasında büyük farklar ortaya çıkıyor. Sanıyorum, bu hareketin uzun vadeli amacının Türkiye’den de bir kısım toprak alarak bir Kürt devleti kurmak olduğuna ilişkin öneriler de işaret ettiğimiz millet olma iddiasına dayalı. Kanımca bu yaklaşımlar arasındaki farkı gidermek mümkün değil.
Hükümetimiz Barış Projesi için Öcalan’la görüşmeyi öngörürken, PKK’nın ülkede yaşayan Kürt kökenli insanların temsilcisi olduğu ilkesini benimsedi. Bu varsayımın doğru olmaması muhtemeldir. Bir kere, bazı yörelerde daha yoğun nüfusa sahip olmakla beraber, Kürt kökenli insanlarımız ülkenin yer yöresinde yaşıyorlar. İster Doğu Anadolu’da ister ülkenin diğer yörelerinde olsun bütün Kürt kökenli insanlarımızın PKK çizginde olduklarını, onu desteklediklerini söylemek olanaksız. Hatta Doğu Anadolu’da yaşayan bazı aşiretler PKK’ya karşı oldukları için onlara karşı silah kullanmaktan, bu konuda devletle işbirliği yapmaktan çekinmediler. İkinci olarak, insanlar evlenip karışıyorlar. Kimin ne oranda ne olduğunu, kendini kime yakın hissettiğini bilmiyoruz ama bazı Kürt kökenli insanlarımızın etnik kökenleriyle ilgisini zayıf olduğunu, PKK gibi kuruluşlara itibar etmediklerini söyleyebiliriz. Kısacası, sadece PKK ile görüşmek, kendini PKK’ya yakın hissetmeyen insanları dışlamak hatadır.
Hükümetimizin bilmekle beraber, yeterince önemsemediği bir husus daha var. Kürt hareketinin bir bölümü kendi istediklerini elde etmek için şu veya bu ülke ile işbirliği yapmaktadır, hatta bir kısmı belki de bazı büyük devletlerin hizmetine girmiş durumdadır. Başka türlü ifade etmek gerekirse, ortada değil Öcalan diğer mahalli aktörlerin dahi üzerinde etkili olamadığı bazı hareketler vardır. Bu hareketlerin ülkemizin mahalli aktörlerle yürüteceği bir barış sürecine ilgi duymaları, ancak gidişatın bağlı oldukları ülkelerin çıkarına da uygun olması ya da hizmet etmesi sonucunda mümkündür. Çok da uzağa bakmaya gerek yok. SDG’yi ABD yaratmıştır, donatmıştır. Varlığı ve Türkiye’ye meydan okuması İsrail tarafından arzulanmaktadır. Her ne kadar Dış İşleri Bakanımız, bu hareketin Suriye ordusuna katılarak varlığını sona erdirmesi konusunda sabrımızın sonuna yaklaştığını beyan etse de, sınır ötesi bir hareket yapmamız sanıyorum pek kolay olmayacak, bazı “dost ve kardeş” müttefiklerimiz bize engel olmaya çalışacaklardır.
Barış sürecinin engellerle karşılaştığı, başarılı olma şansının yüksek olmadığını söylemek, karşımızda bir sorun olduğunu itiraf etmekten kaçınmamızı gerektirmiyor. Diyarbakır Hapishanesi'nde yatanlara yapılanların unutulması mümkün değildir. Sonra Türkçe bilmeyen kadınların hapishanede evlatlarıyla görüştürülmemesini hoş göremeyiz. İlk okula gittikleri zaman Türkçe konuşamayan çocuklara dayakla Türkçe öğretmek günümüzde azalmış olmakla birlikte ortadan kalkmamıştır. Türkçe bilmeyenlerin kamu hizmetlerinden yararlanamaması kabul edilemez, kamu kurumlarının Türkçeye hakim olmayanlara da hizmet vermesini sağlamalıyız.
İsterseniz listeyi uzatmayayım, sadece herhangi bir müzakere kapısı açmadan bile yapmamız gereken çok şey olduğuna işaret etmek istedim. İfade etmeye çalıştıklarımın tümünü tek cümlede toplamak gerekirse, etnik kökenlerine ve Türkçe bilip bilmemelerine bakılmaksızın, bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı herkesin kamu hizmetlerinden eşitçe yararlanmasını sağlamalıyız. Hiçbir insanımız kökeni dolayısıyla kendini ikinci sınıf vatandaş olarak görmemelidir ve öyle bir muameleye tabi tutulmamalıdır. Bütün bunlar anayasa dahi değiştirilmeden ve herhangi bir müzakereye ihtiyaç duyulmaksızın uygulamaya sokulacak adımlardır. Belki bunlar yapılırsa, müzakereye de gerek kalmayacak, müzakerecilerin istedikleri ile toplumun tercihleri arasında genişleyen bir ayrılık ortaya çıkacaktır. Ne der siniz?
* Emiratus Prof. Dr., Bilgi Üniversitesi


























Yorum Yazın