Almanya'da demokrasi büyük bir sınavdan geçiyor. Bu sınavın adı: AfD. Seçmen tercihlerine saygı, demokrasinin temelidir ancak demokrasiyi ortadan kaldırmak isteyenleri meşru aktörler arasında göstermek, demokrasinin altını oymaktır. Bu noktada, yalnızca siyasilere değil medyaya, akademiye ve her bireye görev düşüyor. Almanya’nın önünde iki yol var: Ya faşizme giden yolda "normalleşme" adı altında verilen küçük ödünlerle ilerlemek ya da anayasal düzene ve demokratik değerlere sahip çıkarak bu karanlık, faşist akıntıyı durdurmak.
Almanya, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından ilk kez alenen ırkçı/faşist çizgide politika yapan bir partinin ulusal ölçekte iktidar sınırına dayandığı bir döneme tanıklık ediyor. Neonazi partisi Almanya için Alternatif (AfD), uzun zamandır kullandığı ırkçı/popülist söylemlerin meyvesini toplamaya başladı. Geçen hafta Forsa şirketi tarafından yapılan bir anket, AfD'nin oylarını yüzde 25’e kadar çıkararak, muhafazakâr CDU ile zirveye yerleştiğini gösterdi. Bu durum, sadece aşırı sağın yükselişini değil Almanya'da merkez siyasetin derin bir dağılmaya doğru yol aldığını da gösteriyor.
Ülkeyi yöneten muhafazakâr Hristiyan birlik partileri CDU/CSU ve Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nden (SPD) oluşan kırılgan koalisyon, ırkçıların oylarının düzenli olarak artması karşısında yalpalamaya başladı. Bu tabloda, Yeşiller ve SPD oylarını hızla kaybederken, sol/sosyalist alanın temsilcisi Die Linke (Sol Parti) az da olsa ivme kazanıyor ancak toplam oy havuzuna, başka bir deyişle genel tabloya bakıldığında, sol siyasetin Almanya genelinde ciddi bir erime yaşadığı net biçimde görülüyor.
Bununla birlikte, AfD’nin yükselişi, sıradan bir anket başarısından çok daha fazlasını ifade ediyor elbette. Bu parti, artık yalnızca doğu eyaletlerinde "protesto oylarını kendisine çeken bir siyasi oluşum" görüntüsünden sıyrılmış durumda. Bu bağlamda, kimi yerel CDU temsilcilerinin ve eyalet meclisi üyelerinin AfD ile açık ya da zımnî iş birlikleri, yeni dönemin en endişe verici gelişmelerinden biri bana göre. Federal düzeyde CDU yönetimi her ne kadar AfD ile koalisyon yapmayacaklarını dile getirse de eyalet parlamentolarında bu iki parti arasında yapılan iş birlikleri, -bu iş birliklerini ulusal koalisyon için bir nevi ısınma turları olarak kabul etmek gerekiyor- Alman demokrasisi için sonu karanlık olan bir yola işaret ediyor. Faşist partinin bu derece hızlı bir şekilde siyasetin merkezine sızmasının en büyük sorumlusu muhafazakârlar yani Hristiyan birlik partileri. AfD'ye kaçan seçmenleri geri almak için "kim daha ırkçı" yarışına girişen CDU, faşist AfD'nin özellikle göç konusundaki söylem ve politikalarını koplayarak, bunların siyasetin merkezine yerleşmesini ve toplum nezdinde kabul edilebilir olmasını sağladı.
Tüm bunların yanı sıra, Almanya’daki siyasi fay hatlarının epeyce enerji yüklü ve kırılmaya en hazır olanı "göç ve iltica" politikaları. Özellikle 2015 sonrası Orta Doğu merkezli göç dalgaları, sağ popülist söylemlerin güçlenmesine zemin hazırlamıştı. AfD'nin yükselişi de büyük ölçüde bu zeminde şekillendi. Forsa'nın bu yıl içinde yaptığı bir diğer ankete göre, AfD seçmenlerinin yüzde 82’si dışarıdan göçü Almanya’nın en önemli sorunu olarak görüyor. Aynı anketin sonuçları, muhafazakâr CDU seçmenlerinin de yaklaşık yüzde 70'inin göçün ülkeyi tehdit ettiğini düşündüğünü gösteriyor. Bu oranlar, merkez sağ ile aşırı sağ arasında "ırkçı söylem" yakınlaşmasını net bir şekilde açıklıyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi AfD'nin söylem ve politikalarıyla birlikte bu derece siyasetin merkezine yerleşmesinin birincil sebebi muhafazakârlar. Bu görüntüde, AfD'nin aldığı her puan, CDU'nun daha da sağa kaymasına neden oluyor. Peki ne oldu bu işin sonunda? Faşistleşerek oy oranlarını artırabileceklerini düşünen CDU yetkilileri, neonazi partisinin söylemlerini kullanarak, onu bu yolla iktidar adayı bir partiye dönüştürdü.
Bu arada, önemli büyüklükte göçmen kökenli bir seçmen tabanına sahip olan koalisyonun küçük ortağı SPD'nin, CDU’nun dayatacağı sertleştirilmiş göç politikalarına destek verip vermeyeceği meselesi bir diğer kriz alanı. Bu sıkıntı, bana göre koalisyon zincirinin en zayıf halkası. Nitekim CDU içinde, AfD seçmeninin oyunu yeniden kazanmak adına "sınırlı iş birliği" fikrine sıcak bakanların sayısı da her geçen gün artıyor. 1930'larda küresel katil Hitler ve çetesine yancılık yapan muhafazakârlar, Almanya'yı bu kez de Hitler'in takipçilerine mi teslim etmeyi planlıyor? Neden olmasın? Aşırı sağ sempatizanı CDU'daki bu eğilim, Almanya’da anayasal değerlerin ve demokratik uzlaşmanın geleceği açısından ciddi bir tehdit olarak görülmeli. Son dönemde kamuoyuna yansıyan bazı gelişmeler bu tehditi daha da görünür kılıyor. Örneğin; Saksonya, Thüringen ve Brandenburg gibi doğu eyaletlerinde, CDU zaman zaman AfD’nin sunduğu yasa tasarılarına destek veriyor. 2019-2023 arası dönemi kapsayan bazı araştırmalar, bu periyotta AfD’nin tekliflerine en çok destek veren partinin CDU olduğunu gösteriyor. Özetle "Firewall" (siyasi izolasyon duvarı) stratejisi, yerel düzeyde pratikte aşılmış görünüyor. İşte en büyük sıkıntı bu. Özellikle doğu eyaletlerinde birçok CDU üyesinin, neonaziler ile yaşanan platonik aşkın artık resmileşmesi gerektiği yönünde baskı uyguladığı biliniyor.
Bütün bu gelişmelerin gölgesinde, Federal Anayasa Mahkemesi'ne yapılacak atamalar bile siyasi gerilimin merkezine oturdu. Örneğin, bir süre önce SPD tarafından mahkemeye önerilen kadın aday, AfD’nin ve radikal sağ medyanın yoğun hedef göstermesi sonucunda Meclis'te yeterli desteği alamadı. Bu olay esasında, neonazilerin ülkenin politik dinamiklerini istediklerinde etkili bir şekilde dinamitleme gücüne eriştiklerini göstermesi açısından oldukça önemliydi. CDU'nun da bu adaya yeterli derecede destek vermemesi koalisyon içinde yeni bir çatlak olarak yorumlandı. Koalisyon yapısında oluşan bu tür çatlaklar, Anayasa Mahkemesi benzeri demokratik kurumların da yara almasına neden oluyor. Gerçi, bu durumun faşist sempatizanı CDU/CSU ikilisinde herhangi bir tedirginliğe yol açtığını sanmıyorum.
Tüm uyarılara karşın, Almanya toplumunun geniş kesimlerinin hâlâ olan biteni yeterince ciddiye almadığı ya da kavrayamadığı anlaşılıyor. "Şu faşist partiyi kapatın, toplumu zehirliyor. Almanya sıkıntılı bu konuda. Sonra geri dönüşü olmaz" diye uyaranlar, "anayasal çerçevede parti kapatma sınırlarının zorluğu" gerekçe gösterilerek sürekli duymazdan ve görmezden geliniyor.
Sessiz Çoğunluk ve Demokrasi Sınavı
Almanya, tarihsel olarak -eksik kalan yanları da olsa- faşizmin karanlık mirasıyla yüzleşmeyi başarmış bir ülke ancak bugün gelinen noktada, bu yüzleşmenin derinliği ve etkisi tartışılıyor. Bu tartışmaya neden olan gelişme, yeni nesil seçmenin önemli bir bölümünün, demokrasinin kurumlarıyla birlikte çalışmasını değil de bu kurumları aşındırarak, güya "halkın gerçek sesini duyurması gerektiğini" savunan faşist/popülist hareketlere yönelmesi. Gençlerde yaşanan bu yönelme aklı başında Almanlar arasında, "Yeniden sokaklarda göçmen avına çıkmış kahverengi gömleklilerden oluşan kıtalar görür müyüz" kaygısının köpürmesine neden oluyor.
Bunların yanı sıra, AfD'nin politik söylemi, yalnızca göçmen karşıtlığıyla sınırlı değil elbette. Parti, aynı zamanda basın özgürlüğünü, yargı bağımsızlığını ve çoğulculuğu hedef alan açıklamalarıyla da dikkat çekiyor. Almanya'yı Hitlerli günlere döndürmek için yanıp tutuşan bir de gençlik örgütü olan bu karanlık parti, maruz kaldığı herhangi bir baskıda, "Nerede bu demokrasi? Nerede bu insan hakları" diye bağırmaktan da utanmıyor. Ama işte birileri çıkıp da "Peki demokrasi, kendisini yok etme özgürlüğünü de içerisinde barındırıyor mu? Peki demokrasi, kendisini yok etmeyi amaçlayan yapıları sınırsız bir şekilde tolere etmek zorunda mı? Demokrasilerin kendilerini koruma hakkı yok mu" diye soramıyor korkusundan. Diğer yandan, parti içindeki güçlü neonazi kanat ve geçmişte güvenlik birimlerinin tespit ettiği bazı adayların radikal faşist bağlantıları, partinin yalnızca bir "alternatif arayış" olmadığını açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Tüm uyarılara karşın, Almanya toplumunun geniş kesimlerinin hâlâ olan biteni yeterince ciddiye almadığı ya da kavrayamadığı anlaşılıyor. "Şu faşist partiyi kapatın, toplumu zehirliyor. Almanya sıkıntılı bu konuda. Sonra geri dönüşü olmaz" diye uyaranlar, "anayasal çerçevede parti kapatma sınırlarının zorluğu" gerekçe gösterilerek sürekli duymazdan ve görmezden geliniyor. Ancak gerçek şu ki, demokratik sistemlerin en büyük zaafı, içinden çıkan düşmanları tanımakta gecikmeleri. AfD, bu zaafı verimli şekilde kullanmayı başaran bir yapı. Siyasi meşruiyet alanını genişlettikçe, söylemini radikalleştirmekten çekinmiyor. Medyada "ılımlılaşma" imajı verilmeye çalışılsa da partinin temel ideolojik omurgası çok canlı. Hitler'in partisi NSDAP ile olan ve soy sop ırkçılığı öznesine bağlı geleneksel faşist matristen beslenen göbek bağı yerinde duruyor. Parti, bu bağlamda, göçmenlere, LGBTQ+ bireylere, Müslümanlara ve siyasi muhalefete yönelik düşmanlığa açık bir şekilde devam ediyor.
Sonuç olarak, Almanya'da demokrasi büyük bir sınavdan geçiyor. Bu sınavın adı: AfD. Seçmen tercihlerine saygı, demokrasinin temelidir ancak demokrasiyi ortadan kaldırmak isteyenleri meşru aktörler arasında göstermek, demokrasinin altını oymaktır. Bu noktada, yalnızca siyasilere değil medyaya, akademiye ve her bireye görev düşüyor. Almanya’nın önünde iki yol var: Ya faşizme giden yolda "normalleşme" adı altında verilen küçük ödünlerle ilerlemek ya da anayasal düzene ve demokratik değerlere sahip çıkarak bu karanlık, faşist akıntıyı durdurmak. Bu süreçte yapılacak tercihler, sadece sandığın değil toplumun vicdanının ve aklının da sınavı olacak.

Yorum Yazın