2025 yılını geride bırakmak üzereyiz. AK Parti geçtiğimiz Kasım ayında iktidardaki 23 yılını doldurdu. Çok uzun bir süre. Belki 25 yılını da dolduracak hatta biraz geçecek de. AK Parti’nin bu kadar uzun süre, son dönemde MHP’nin desteğiyle de olsa iktidarda kalmasında önce Başbakan olan sonra Cumhurbaşkanı seçilen Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetim başarısının rolü var. Ama ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar liderlerin de belirli bir süre sonra yıpranmaları ve seçmenin değişim istemesi doğal. Avrupa’da en uzun süre iktidarda kalan lider, 1982-98 arasında Alman Şansölyesi olan Helmut Kohl, 90’lı yıllarda giderek artan işsizlik nedeniyle 1998 seçimlerinde SPD-Yeşiller Koalisyonu adayı Gerhard Schröder karşısında bozguna uğradı. Kohl gibi 16 yıl iktidarda kalan Şansölyer (chancelière) Angela Merkel, 2018’de söz verdiği gibi 2021’de “16 yıllık iktidar döneminden sonra şansölyeliğe dönülemeyeceğini” ifade ederek 67 yaşında siyaseti bıraktı. Bu nedenle Kohl gibi seçim bozgununa uğramadı.
AK Parti’nin raf ömrünün bu kadar uzamasında 15 Temmuz darbe girişimi de rol oynadı. ABD destekli FETÖ kalkışması, halkın, seçtiği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın arkasında kenetlenmesi sonucunu doğurdu. MHP desteğiyle Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçilmesinde de 15 Temmuz kalkışmasının rolü olduğunu kabul etmek gerekir. Anımsanacağı gibi, dönemin ABD Başkanı Joe Biden’ın Erdoğan’ı bu kez demokratik yollardan devirme planını medyaya faş etmesi, anti-emperyalist sol cephenin de katkısıyla kendisine yeni sistemin ilk Cumhurbaşkanı olma yolunu açtı.
Ekonomide baş aşağı gidiş
Aslında dünyanın hangi demokratik ülkesinde olursa olsun halkın siyasi tercihlerini en yakından etkileyen faktör refah seviyesidir. Halkın çoğunluğunun refah seviyesini arttıran siyasetçilere destek artar, refahını düşüren politikalarsa yıpranma süreçlerini hızlandırır. Türkiye’deki baş aşağı gidişin asıl tetikleyicisi de 2021 yılında başlatılan ve daha sonra Maliye ve Ekonomi Bakanı olan Mehmet Şimşek’in deyimiyle irrasyonel faiz politikasıydı. Sayın Erdoğan bu politikayı “faiz sebep, enflasyon sonuç” mottosuyla başlatmıştı. Bu politikanın yanlış olduğuna, enflasyonu ve dövizi patlatacağına o zaman dikkat çekmiştim. Öyle de oldu. Yüksek enflasyon gelir artışlarıyla desteklenmedikçe öncelikle sabit gelirlilerin alım gücünü düşürerek yoksullaşmasına yol açar. O dönemde KKM (Kur korumalı mevduat) ile döviz artışı kontrol altına alınmış olsa da faiz ve döviz garantisi ödemeleri Hazine’yi büyük yük altına sokmuştu.
Enflasyonist ortamda 2023 seçimlerine gidilirken, Sayın Cumhurbaşkanı sabit gelirlilere önemli oranda zam yapmayı ihmal etmedi. Asgari ücrete Temmuz ayında ek zamma yeşil ışık yaktı. Ardından en düşük SSK emeklisi maaşını önceden bu gruba girmeyen emeklileri de kapsayacak şekilde yükseltti. Ayrıca en düşük memur (lise mezunu hizmetli) maaşını seyyanen 22 bine çıkarmak gibi öğrenim ve kıdemi yok sayan, bence dengeleri bozan bir yasal düzenleme vaadinde bulundu. Seyyanen zam üst kademede bulunanlara düşük oranda yansıyacağı için hiyerarşiyi bozar. Bu zamdan memur emeklisinin de yararlanacağını söyledi ki yasaya göre yararlanmaması zaten mümkün değildi. Bu zam ve vaatlerle seçimleri bir kez daha kazandı ama ilk kez sözünü tutmadı ve memur emeklisine yasal kazanılmış hakkı olan seyyanen zammı yansıtmadı. 2,5 milyon memur emeklisine seyyanenin yansıtılmaması SSK emeklilerinin maaşlarının da düşük tutulmasını sağladı. Bu uygulama çok büyük hataydı. Sayın Cumhurbaşkanı böyle yapacağını seçimler öncesinde açıklamış olsa seçimi kaybedebilirdi. Nitekim tüm emekliler hemen karşı cephede yer aldılar ve 31 Mart 2024 belediye seçimlerinde AK Parti’ye cezayı kestiler.
İktidar cephesinde iki seçimin birbirinden farklı olduğunu söyleyenler bu yanlış uygulamanın düzeltilmesini engellediler ama tüm demokratik ülkelerde olduğu gibi ara seçimler, yerel olsun, herhangi bir referandum olsun, iktidarların protesto edilmesine imkân sağlar. AK Parti protest oylardan ders almak şöyle dursun, bundan yararlanan siyasi partiyi hedefe koyarak ikinci büyük hatasını yaptı. 2025 yılının 23 yılın en kötüsü olmasının bir başka nedeni de aşağıda değineceğim demokrasi ve hukuk alanındaki kırık notu elbette.
Aslında emeklilere “bütçe disiplini” bahanesiyle uygulanan ve 31 Mart protestosuna karşın inatla sürdürülen düşük maaş stratejisinin de hukuksuzluk boyutu var. Bugüne kadar yazılarımda altını çizdiğim gibi, bu uygulama Anayasa’nın 10. maddesine aykırı negatif ayrımcılıktır. Ayrıca demokratik hukuk devletlerinde yasal kazanılmış haklar yok sayılamaz, hiçbir gerekçeyle askıya alınamaz. Memur ve işçiler, işe başladıklarında hangi emeklilik hakları geçerliyse, bu haklardan yararlanmak durumundadır. Aleyhte yasal düzenlemeler hiçbir şekilde geriye işlemez.
Önceki yazılarımda ayrıntılarına girdiğim için yinelemek istemiyorum ama seçimlerden sonra ekonomiyi devralan Sayın Mehmet Şimşek’in izlediği, hedefleri hiç tutmayan ve yukarıda belirttiğim gibi emeklilere negatif ayrımcılık uygulayan, asgari ücretlinin alım gücünü sürekli düşüren, çalışanlardan yüksek vergi alan Orta Vadeli Program (OVP) maalesef enflasyonla mücadeleyi öncelemiyor. Bütçelerinden gördüğümüz kadarıyla her yıl hedeflenen enflasyon oranının üstünde arttırılan dolaylı vergilerle artan kamu harcamalarını karşılamayı amaçlıyor. Oysa kamuda devasa tasarruf olmadan enflasyon kısa sürede düşmez. Öyle olmasa yüzde 39,59 seviyesinde aldığı enflasyon 30 ay gibi oldukça uzun bir süre sonra sadece 8-9 puan gerileyerek yüzde 31 seviyesinde kalmazdı.
İçinde insan unsurunun yer almadığı bu programın halkın yüzde 80’ini yoksullaştırdığı için 30 aylık kayıplarını giderebilmesi artık mümkün değil. Seçim yılında yapılacağı öne sürülen enflasyon üstünde zamlar insanların bütçelerinde açılan delikleri kapatamaz. Diyelim ki kapatacak kadar büyük zam verildi, bu insanlar niye kendilerini dört yıl enflasyon altında insafsızca ezmiş bir iktidarı desteklesin ki? 2025’te asgari ücreti bir önceki yıldan 14 puan, 2026 için bu yılkinden 4 puan (27) eksik zamla (iki yılda toplam 18 puan kayıp) ilk kez açlık sınırının da altında belirleyen bir iktidarın önümüzdeki ilk seçimlerden bir beklentisi olmadığı izlenimi ediniliyor.
Demokrasi ve hukuktan kırık not
Baş aşağı gidiş sadece ekonomik ve sosyal politikalarla sınırlı kalmadı. Daha önceki yazılarımda dile getirdiğim gibi pandemide 65 yaş üstündekilere getirilen ev hapsi ve seyahat yasaklarıyla Anayasa’nın “kanun önünde eşitlik” başlıklı maddesi delinmişti. Sanki virüs yaş tespit edip öyle insanlara bulaşırmış gibi ekranlara çıkarılan uzmanlarla bu yasaklar savunulmuştu. Çok daha vahimi, daha önce işaret ettiğim gibi, Anayasa’nın 104/17. maddesine göre Cumhurbaşkanı’nın yetkisinde olmayan bir alanda genelgelerle yasaklar uygulanmaya kalkışılmıştı. Pekâlâ “yaşçılık” (ageism) olarak nitelenebilecek bu uygulama emekli maaşlarının özel olarak düşük tutulmasıyla sürdürülüyor.
Aslında 2025 yılına damga vuran sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerinden biri olan sosyal devletin zayıflatılması olmadı. Ayrıca Cumhuriyet’in diğer niteliklerinden demokratik hukuk devleti de büyük darbe aldı. Daha önceki yazılarımda dile getirdiğim konuların ayrıntılarını yinelemeden belirtmem gerekirse, Türkiye’nin Kopenhag siyasi ölçütlerine uyumu bakımından önemli reformlara imza atmış bir AK Parti’nin 2025’te bu kazanımları içeren anayasa maddelerinin nasıl mümkün oluyorsa uygulanmaması veya çiğnenmesine göz yummasını anlamak mümkün değil. Hem yürütme (ayrımcılık) hem yasama (Anayasa Mahkemesi kararını dikkate almama) gerekse yargı (YSK, Anayasa Mahkemesi, AİHM kararlarına uymama) tarafından. Hal böyle olunca Türkiye 2002 yılından bu yana AK Parti önderliğinde yapılan reformları kaybettiği gibi, AİHM ile ilgili olarak 35 yıllık Özal reformlarından da yoksun kalmış durumda.
Demokratik hukuk devletinde gözlenen bu sistematik geriye gidiş, kumpas davaları bir tarafa bırakılacak olursa, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra başlamıştı. Ama halk seçtiği siyasetçilerin darbeyle devrilmek istenmesine haklı olarak karşı çıkmış ve FETÖ mensuplarıyla ilgili olabileceği gerekçesiyle temel haklarda bazı aşınmalara o dönemde fazla tepki göstermemişti. Ama 2025 yılında, IBB Başkanı Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere seçtiği belediye başkan ve üyelerinin daha yargılanma süreci başlamadan ya da tamamlanmadan tutuklanmalarına, bazılarının yerlerine kayyum atanmasına, hatta Ahmet Türk’te olduğu gibi beraat edenlerin de göreve iade edilmemesine halkın karşı çıkması çok doğal. Sonuçta halk sandığa gidip seçtiği temsilcilerine anayasayı ve yasaları yok sayma yetkisi vermiş değil ki.
Görüldüğü gibi, 2025 yılında Anayasa’nın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez 2. maddesinde kayıtlı demokratik, sosyal hukuk devletinin içi bir hayli boşaltılmış durumda. Bu maddenin çok daha demokratik bir içeriğe sahip olabileceğini, her değişikliğin demokrasiden geriye gidiş olmadığını düşüyorum ama hukuka başlayan herkes anayasaların tüm yasaların üstünde olduğunu ve öncelikle herkesi bağladığını bilir. İktidar cephesi bir süredir “yeni anayasa” söylemini yineleyip duruyor ama halkın yenisi yapılmadan önce mevcut anayasanın neden gerektiği gibi uygulanmadığını sorma hakkı yok mu? Anayasalar halkın onayından geçtiğine, onayı olmadan herhangi bir değişiklik yapılamayacağına göre bu soruyu 2025’i kendisine yaşatanlardan ilk sandıkta sormasının doğal karşılanması gerekiyor.


























Yorum Yazın