Modernleşmeyi -tıpkı Barthes gibi- alternatif bir açıdan da okumak mümkün: Modernleşme tarihi aynı zamanda bu temsil pratiklerinin sorunsallaştırılmasına yol açan, “sınıf perspektifi”ne sahip olan eylemliliklerin alanı olarak da görülebilir.Modern demokrasiler nesneleştirici pratikler üzerine değil, katılımcılık ve şiddetsizlik pratikleri üzerine kuruldu.
Ne kahince bir okuma! Öğrenciliğimde, 80’li yıllara doğru, o zamanki adıyla Akademi'nin kütüphanesinde rastladığım bir mimarlıktan çok bir felsefe dergisine benzeyen o sayıyı tekrar bulmaya çalışıyorum. Architecture D'Aujourd'hui (A.A.) adlı tanınmış mimarlık dergisinin 1971 yılında çıkardığı “şehir özel sayısı”.
Fransız denemeci, eleştirmen ve göstergebilimci Roland Barthes Victor Hugo'nun Notre Dame de Paris adlı romanından ilginç bir alıntı yapıyor. Hugo keşişin ağzından 'bu, onu öldürecek! (Celui-ci tuera celui-la)' diye seslenmektedir. Keşişin 'bu', dediği kağıt. 'O', dediği ise taş...
Romandaki bu diyalogda kitapların katedrallerin yerini aldığına işaret ediliyor. Ama yalnızca dinsel olanların değil, geniş manada da taşla, ahşapla, demirle iletişimin yerini de mimari temsiller. Hatta şehirlerin düzenlenmesi... Okuryazarlığın, matbaanın yaygınlaşması da buna işaret ediyor. Ansiklopediler, Quatremere de Quincy, Viollet-le-Duc'un kitapları gibi eğitimi sorgulayanlar...
Özetle Barthes’ın söylemek istediği iki “yazı” çeşidi, “taşla yazı” ve “kağıt üzerinde yazı” arasındaki rekabet.
Ama bu tespit yalnızca dinsel olanlarla ilgili değil. Zannedersem Barthes’ın bu diyaloga yüklediği anlam bunun, yani Hugo’nun keşişin ağzından ifade ettiğinin çok ötesinde.
Ya da o zamanki halimle, öğrencilik heyecanıyla söylediklerini ben öyle anlıyorum: Geniş manada da taşla, ahşapla, demirle iletişimin yerini temsillerin alması. Mesela imar planları ile şehirlerin düzenlenmesi... İmar planları, koruma planları ya da ne planları ile olursa olsun. Onlar ile şehirler temsil edilebilir mi? Böyle bir şey mümkün mü?
Şimdi Barthes’ın bu makalesi durup dururken nereden aklıma geldi?
Şöyle bir İstanbul’un haline bakıyorum. Karşımdaki manzarayı görünce işte diyorum ‘taşla yazı”nın yerine “kağıtla yazı” alınca böyle oldu.
Ama bu defa “kağıt” dediğimiz yalnızca para.
Barthes da temsillerin şeylerin yerine geçtiğini söylüyor. Mesela ilk akla gelen bir örneği verirsem, şehirleri fiziksel bir nesne gibi gösteren imar planları. Modernleşme öncesinde, “geleneksel” adı denilen yerleşim düzenlerinde imgeler imgeleri temsil ediyordu.
Yalnızca çok sınırlı bir alanda askeri ve dini yapılar, külliyeler, saraylar araziler üzerinde çizimlerle tanımlanan bir takım düzenlemelere sahipti. Gene de ustalıklar, “geleneksel” denilen yöntemler kullanılıyor, onlardan devşirilen ögeler bir araya getiriliyordu. Günümüzde olduğu gibi temsillerle gerçekleştirilen, imar planları ve mimari projeler yoktu.
Buna karşılık insanlık tarihi boyunca geliştirilmiş “usüller” vardı ve ne yapılacağı önceden biliniyordu. Bu nedenle binaların depremlere karşı dayanıklı olması mesela. Risklere karşı dirençlilik meselesi kuşaktan kuşağa aktarılan yapma bilgileri ile sağlanıyordu.
Elbette modernleşmenin öncesi de var: Rönesans’ta ressamlar, Antik Roma’dan aldıkları ilhamla tasarımlar yapmaya başladılar. 19. yüzyılda imgeler temsil edenler, edilenler (uzmanların diliyle söylersek: Var oluşsal olarak “ikonik” ve “anikonik” olanlar) olarak ayrıştılar.
Modernleşme ile birlikte şehirler imar planlanmaya düzenlenmeye çalışıldı. Binaların ne kadar yer kaplayacakları, yüksekliklerinin ne kadar olacağı önceden belirlenmeye çalışıldı. Ancak başlangıçta temsiller şehirlerin çok sınırlı bir alanını kontrol edebiliyorlardı. Şehirlerin karmaşıklığını, çok katmanlılığını, ilişki ağlarını bütünüyle belirleme güçleri yoktu. Şehirlerin “eşyalar gibi tasarlanması” yalnızca mimarların gelecek hayalleriydi. “Bir gün gelecek şehirler tıpkı endüstri ürünleri, makineler gibi tasarlanacak”tı.
Ünlü mimar ve şehir plancısı Le Corbusier 1930’larda konutları “yaşamak için makineler” olarak adlandırıyordu. Bu benzetmenin arkasında büyük olasılıkla ünlü mimarın uçak, otomobil gibi sanayi ürünlerine duyduğu hayranlığın olduğunu tahmin etmek yanlış olmaz.
Modernliğin koşullarında şehirler ve konut tipleri için 'doğru', 'akla uygun' tasarımlar geliştirilecek ve yerleşim alanları bilim ışığında planlanacaktı.
Soru şu: Böyle bir modernlik oldu mu? Hayır, hiçbir zaman!
Karşımızdaki manzara da bunu gösteriyor. Dikkatinizi çekmek isterim: Karşımızdaki yapıların hiç biri kaçak değil. Hepsi onaylanmış planlara ve gene onaylanmış projelere göre yapılmış!
Şimdi kısa sürede karşımızda şekillenen şehir manzarası neyi andırıyor? Bir malzeme deposunu. Daha doğru söylemek gerekirse bir atık deposunu!
Bu hayaller hiçbir zaman gerçekleşmedi. Ama bu asimetrik temsillerin şiddetine maruz kalındı. Buna karşılık unutmayalım ki hayatın yerine geçen bu temsillere karşı Avrupa’da muazzam bir tarihi çevreyi koruma bilinci gelişti. Ortaçağ’dan, Rönesans’tan, Barok dönemden ya da aklınıza ne gelirse geçmişten kalma kamu yapıları, anıtlar için değil yalnızca. Yerleşim alanları, kasabalar, şehirler “kültürel” adını verdikleri özellikleriyle korunmaya çalışıldı.
Hatta onları yok eden modern yerleşim düzenleri, mimarlık eserleri bile. İlginç olan koruma faaliyetinin yalnızca yıkımları durdurması, ya da tarihi çevreyi koruma altına alması değil, kendisinin de modern mimarlığın bir araştırma ve yaratıcı deneyimlerin alanı halini almasıydı. Modern şehircilik yerleşim alanları üzerine çok yönlü düşünmeyi, yaratıcı fikirlerin sergilenmesini sağlayan, yerel halka yaşam çevresinde akılcılaştırma fırsatları sunan ilişkisellik yöntemleriyle gelişti.
Bu yüzden modernleşmeyi -tıpkı Barthes gibi- alternatif bir açıdan da okumak mümkün: Modernleşme tarihi aynı zamanda bu temsil pratiklerinin sorunsallaştırılmasına yol açan, “sınıf perspektifi”ne sahip olan eylemliliklerin alanı olarak da görülebilir.
Modern demokrasiler nesneleştirici pratikler üzerine değil, katılımcılık ve şiddetsizlik pratikleri üzerine kuruldu.

Yorum Yazın