MENU
  • ÇEVİRİ
  • YORUM
  • YARGI KRİZİ
  • PİYASALAR
  • GÜNDEM
  • DÜNYA
  • EDİTÖRDEN
  • SPOR
  • KÖŞE YAZILARI
  • DOSYA>Seçimin Ardından
  • GENEL
  • KİTAP
  • DOSYA>Avrupa'nın Seçimi
  • DOSYA>Emekliler
  • YAZARLAR
  • FOTO GALERİ
  • WEB TV
  • ASTROLOJİ
  • RÜYA TABİRLERİ
  • HABER ARŞİVİ
  • YOL TRAFIK DURUMU
  • RÖPORTAJLAR
  • Künye
  • Gizlilik Politikası
  • E-Bülten
Yeni Arayış
Yeni Arayış
Yeni Arayış
  • ANA SAYFA
  • KÖŞE & YORUM YAZILARI
  • GÜNDEM
  • KATEGORİLER
    • SİYASET
    • EKONOMİ
    • DIŞ POLİTİKA
    • KÜLTÜR SANAT
    • HUKUK
    • TEKNOLOJİ
    • PSİKOLOJİ
    • FELSEFE
    • KENT
    • EDEBİYAT
    • SAĞLIK
    • ASTROLOJİ
    • GEZİ
    • SÖYLEŞİ
    • EKOLOJİ
    • MEDYA
    • EĞİTİM
  • KÜNYE & İLETİŞİM
Kapat
estheteclinic haber üstü reklam

Sanatçı mı önemli yoksa sanat eseri mi?

Ana SayfaKültür SanatSanatçı mı önemli yoksa sanat eseri mi?
Sanatçı mı önemli yoksa sanat eseri mi?

Aslında insanın sanatla ilişkisi, ucu açık bir ilişki. İnsan değiştikçe sanatla ilişkisi de değişiyor.

03 Mayıs, 2025, Cumartesi 06:00
  • yazdıryorum yazfont küçültfont büyüt
M. Cem Özmen
M. Cem Özmen

Bir sanat eserini tüketmek, iki farklı yaşam öyküsünün buluşması anlamına geliyor: Sanatçının yaşam öyküsü, sanat eserine bakışı etkileyebiliyor. Aynı şekilde seyircinin yaşam öyküsü, sanat eserine bakışını şekillendirebiliyor.

İnsanlık tarihinin önemli ikilemlerinden birisidir: Sanat, spor, edebiyat, bilim vd. alanlarda güzel/faydalı bir ürün çıkarmış olan bir kişi insan olarak iyi değilse, önemli hatalar yapmışsa, bu durumda ne yapmalı? Bu ürünleri kullanan, izleyen, dinleyen, okuyan bir kişinin yaklaşımı nasıl olmalı? Sanatçıyla üretimi ayırıp ürüne mi bakmalı? Yoksa “iyi” bir insan olmayan, büyük hatalar yapan bir kişinin ürettiği ne olursa olsun onu kullanmaktan, izlemekten, dinlemekten, okumaktan vaz mı geçmeli? 

Bu tartışmanın bir benzerini aslında günlük hayatımızda her gün yaşıyoruz. Özellikle bizim gibi gündelik politikanın çok popüler olduğu, hayatın her an ve her yerde politikleştiği toplumlarda bu konuyla sık sık karşılaşıyoruz. Çok sevilen bir sanatçının iktidarla yan yana durması hayranlarının çoğunda bir ikilem yaratıyor: “Ben müziğini dinlerim, kendisinin ne yaptığıyla ilgilenmem.” diyenler de var. Öte yandan “Sanatçı belli değerleri temsil etmeli, topluma örnek olmalı. Böyle olmayan insanların benim hayatımda yeri olamaz.” diyenler de.

Yine muhalif bir sanatçının bazı toplumsal olaylarda tepki vermeyince -ya da belki toplumun beklediği düzeyde tepki vermeyince- kısa sürede toplumla karşı karşıya geldiğini görebiliyoruz. (Son dönemde Cem Yılmaz’ın bu konuda gelen tepkiler nedeniyle X (Twitter) hesabını kapatıp BlueSky’a geçtiğini okumuştum.) Dolayısıyla sanatçı (burada en genel anlamıyla sanatçı diyorum ama bunu sanat, spor, edebiyat, bilim vd. alanların hepsinde yer alan kişiler olarak anlayabiliriz) ile ürettiği eser beraber mi düşünülmeli, ayrılmalı mı sorusu her zaman gündemimizde yer alıyor. Hatta bu tartışma daha da genel bir tartışma olan “Sanat sanat için mi yoksa sanat toplum için mi?” konusu ile de bir şekilde ilgili aslında.

Dolayısıyla sanat, sanatçı, üretim, aradaki ilişkiler vb. konularla ilgili kafamızda yanıt bekleyen soruları şöyle toparlayabiliriz sanırım: Sanatçıdan beklenen asıl olarak sanat mıdır yoksa toplumsal bir görev midir? Sanat ile onu üreten sanatçıyı ayrı değerlendirmek mümkün müdür? Ürünü değerli kılan sanatçının yaşam içindeki tavırları mıdır yoksa ürünün kendi özgün anlamı mıdır? Mükemmel insan ve mükemmel sanatçı var mıdır? Varsa mükemmel olan bir insan sanat yapabilir mi? Eğer yoksa “kusurlu” bir insanın ürünlerini kullanmak anlamlı mıdır? Sanatçıdan nefret edip onun eserlerini kullanmak mümkün müdür? Eğer mümkünse bu ahlaki midir?

Amerikalı yazar Claire Dederer, “Canavar: Hayranların İkilemi”* adlı kitabında bu konuları tartışıyor. Roman Polanski, Woody Allen, Bill Cosby, Richard Wagner, Pablo Picasso, John Lennon, T.S. Elliot, Ezra Pound, Miles Davis, Carl Andre, Lou Reed, Johnny Depp, Kevin Spacey ve başka bir sürü ünlü ile ilgili de birçok suçlamanın olduğunu belirtiyor. Birçokları insanlık tarihinin en üretken ve beğenilen sanatçıları olmalarına rağmen kişisel hayatlarında çok sayıda taciz, tecavüz, şiddet, ırkçılık, ayrımcılık vd. suçlamalarıyla karşı karşıya bulunan bu kişilerle ve eserleriyle ilgili yaklaşımın nasıl olması gerektiğini tartışıyor.

Kitabın (orijinal ismi: Monster: A Fan’s Dilemma) başlığındaki “Canavar” ifadesi dikkatinizi çekmiştir. Yazar, kitapta “Canavar” sözcüğünü davranışları nedeniyle eserleri kendisinden bağımsız ele alınamayan, yaşam öyküsünün birtakım karanlık taraflarından ayrı görülemeyen, lekeli sanatçı anlamında kullandığını belirtiyor. Yine “Hayranları” ifadesini de herhangi bir sanat eserini kullanan, dinleyen, izleyen, beğenen kişiler anlamında kullanıyor. 

Kitap, genel olarak bir yandan ortaya konan eserin güzelliği, diğer yanda sanatçının yaptığı yanlış hareketler arasında kalan sıradan kişilerin yaşadığı ikilem üzerine kurulu diyebiliriz. Hatta Yazar, bu konuda insanların düştüğü ikilemden kurtulabilmeleri için ironik bir çözüm öneriyor:

“Canavar erkeklerin suçları ile ilgili iki önemli konu var: Eserin büyüklüğü ve suçun korkunçluğu. Keşke çevrimiçi bir hesaplama makinesi bulsalar diye düşündüm. İnsan buraya sanatçının adını girdiğinde makine, işlediği suçun korkunçluğu ile icra ettiği sanatın büyüklüğünü değerlendirip sonucu -bu sanatçıların eserlerini tüketebilir ya da tüketemezsiniz şeklinde- iletebilse.”

Fakat ne yazık ki böyle bir hesaplama makinesi henüz icat edilmedi. Dolayısıyla sanatçı ve eseri ile ilgili yukarıda belirttiğimiz sorulara cevap bulma işi hala biz sıradan insanların önünde duruyor.

Bir sanatçı kötü bir şey yaptığında genel olarak bir tarafta nefret duygusu oluşurken diğer tarafta da durumu onun sanatçı kişiliği, dehası, özgürlüğü, yaratıcılığı vd. gerekçelerle açıklama yoluna giden bir yaklaşım görüyoruz. Ayrıca mükemmel insanın olmadığını, çözümü zor ve karmaşık olan bir konuyla karşı karşıya olduğumuzu da düşünürsek konuya nasıl yaklaşmamız gerekir?

Dederer’e göre sanata hepimiz kendi öznel tecrübelerimizle yaklaşıyoruz. Bir sanat eserini tüketmek, iki farklı yaşam öyküsünün buluşması anlamına geliyor: Sanatçının yaşam öyküsü,sanat eserine bakışı etkileyebiliyor. Aynı şekilde seyircinin yaşam öyküsü, sanat eserine bakışını şekillendirebiliyor.

Buna karşın en azından şu noktada herkesin hemfikir olabileceğini düşünüyorum: Sanatçının yaptığı önemli bir hata, eserleri üzerinde küçük de olsa bir leke bırakıyor. Bu noktada Yazar şunları söylüyor:

“Birisi sanatı sanatçıdan ayırmamız gerektiğini söylediğinde aslında lekeyi çıkarın diyor. Ama leke böyle işlemiyor. Kadehin yere düşüşünü izliyoruz ama şarabın bütün halıya yayılıp yayılmayacağına biz karar veremiyoruz. Leke bir eylemle başlıyor ama suya atılan bir çay poşeti gibi bütün hayatın rengini de değiştirerek ilerliyor. Zamanda hem ileri hem geri gidiyor. Geçmişe yürümezlik ilkesi, pislik sayılabilecek bir hareket yaptıysanız aslında eskiden beri bir pislik olduğunuzu söylüyor. Suçu öğrenmek, eskiden beri olduğu kişiyi değiştiriyor.”

Öte yandan belli bir insan grubu lekeden hiç etkilenmiyor. Bunlara dâhi diyoruz. Genellikle sanatçılarla özdeşleştirilen dâhi olma durumu, özel bir güç ve beraberinde ayrıcalıklar anlamına geliyor. Deha, sanatçıya istediği her şeyi yapabilen bir insan statüsü kazandırıyor.

Özellikle dâhi erkeklerin kötü şeyler yapması normal görülüyor. Dâhice işlerini yapabilmeleri için özgür bırakılmaları gerektiğine inanılıyor. Bu özgürlük, zaman zaman onlara istediği şeyi yapma, suç işleme ve kötü davranma hakkı da veriyor. Dederer, bu noktada çok ironik bir şekilde şu soruyu soruyor: “Sanatçı kendini kısıtlarsa, kudret musluğu kapanabilir. Herkesin dâhice bulduğu o esrarengiz, özgür şeyi yapmanızı sağlayan bir dürtüyü, sırf vahşi ve yırtıcı diye yok mu sayacaksınız?”

İnsanlık hali bu sanırım, kendi kötülüğümüze dair alttan alta hissettiğimiz bir şüphe. Korkunç şeyler yapan insanlar bu yüzden bu kadar büyülüyor. O korkunçluk içimizde bir şeyler uyandırıyor, onun bende de olduğunu fark ediyor, bu farkındalık yüzünden dehşete düşüyorum. 

Kötülük

Hayat içerisinde mutlak iyi ve mutlak kötü diye bir şeyin olmadığını biliyoruz. En karanlık düşüncelerin bile çok sıradan insanlarda bulunabileceğini tahmin edebiliyoruz. Buna karşın kötücül davranışların bazen baskın gelebildiğini, sanatçıların da sahip oldukları imtiyazları bu doğrultuda kullanabildiklerini de görüyoruz.

Bu konuyla ilgili Dederer şu ilginç tespitleri yapıyor: “Bazen geçerli olan gerçek şu ki kötü insan ilgimizi çekiyor, hatta evet, bazen hoşumuza gidiyor. Bu pisliklerin sınırları aşmasını, kuralları çiğnemesini istiyoruz. Belki bu sanatçıların en karanlık fantezilerimizi gerçekleştirmelerini istiyoruzdur. Kuralları çiğnemelerini ödüllendiriyoruz, sonra bir adım geri gidip bunu sanat yapmanın ön koşulu sayıyoruz.

İnsanlık hali bu sanırım, kendi kötülüğümüze dair alttan alta hissettiğimiz bir şüphe. Korkunç şeyler yapan insanlar bu yüzden bu kadar büyülüyor. O korkunçluk içimizde bir şeyler uyandırıyor, onun bende de olduğunu fark ediyor, bu farkındalık yüzünden dehşete düşüyorum. Sonra da mevzubahis canavarı büyük bir abartıyla bağıra çağıra kınamaktan zevk alıyorum. Canavarların kamusal alanda kınanmasını, yanlış yönlendirme niyetiyle incelikle işlenmiş bir psikolojik tiyatro sayabiliriz.

Dahi tanımı kötülükleri haklı çıkarmak için bahane olarak kullanılıyor olabilir. Belki de bu ters yönde işliyordur. Belki kötülüğe duyduğumuz ilgiyi açıklamak için dahi fikrini yaratmışızdır.”

E. Hemingway’in eşi, yazar Martha Gellhorn ise iddiayı bir adım ileri götürüyor: “Bir erkeğin bu kadar korkunç bir insan olduğu gerçeğini telafi edebilmesi için çok büyük bir dahi olması gerekir. Gerçekten çok kötü bir insansanız yapacağınız bütün pislikleri telafi etmek için büyük biri olmaya yöneliyorsunuz. Sanatçı, aslında kötü bir kişi olduğu gerçeğini gizlemek için büyük oluyor.”

Ya da belki de Walter Benjamin’in dediği gibidir gerçek: “Bütün büyük sanat eserlerinin altında bir barbarlık yatar.”

Kötücül erkeklerin sanatıyla ne yapacağız?

Eğer beğenilen bir sanatçı çok kötü bir şey yaptı veya söylediyse bunun izleyicilerinde bir üzüntüye, kırgınlığa, hayal kırıklığına yol açması kaçınılmazdır. Bu durumda ilk akla gelen, sanatçının eserini kullanmamak, filmini izlememek, müziğini dinlememek dolayısıyla ona maddi anlamda bir katkı sunmayarak cezalandırmak oluyor. Ancak bu konuda Dederer, şu soruları soruyor: “Sorumluluk almanın ilk akla gelen yolu, sanatı boykot etmek, yani insanın basitçe parasını ve dikkatini esirgemesinden oluşan liberal çözüm oluyor. Ancak burada kendimizi sabit bir role indirgiyoruz, tüketici rolüne. Ayrıca bu gerçekten bir fark yaratıyor mu? Kararı cüzdanlarımız mı veriyor? Öyleyse örneğin Polanski’nin filmini internetten bedava izlemek kabul edilebilir bir davranış olabilir mi?”

Yazara göre sanat eserlerini kullanıp kullanmamak yalnızca anlamsız bir etik sembolden ibaret. O zaman da geriye sadece tek bir şey kalıyor; duygular. Geriye sevgi kalıyor. Sanata duyulan sevgi; dünyamızı aydınlatan ve genişleten bir sevgi. Bazı işleri istesek de istemesek de seviyoruz. Tıpkı işlerin biz istesek de istemesek de lekelenmesi gibi.

Ayrıca Dederer’e göre bu konularla ilgili doğru bir yanıt yok. Doğru yanıtı bulma sorumluluğu da bizde değil. Sanatı tüketme biçimimiz bizi kötü ya da iyi bir insan yapmıyor. İyi ya da kötü olmanın başka yollarını bulmalıyız, diyor. 

Bu arada eleştirel yazılarda sürekli ortaya çıkan bu “biz” kavramını da tartışıyor: “Biz” kimiz? “Biz”i, aynı anda hem kişisel sorumluluğu üstümüzden atmanın hem de kolaylıkla yetkili rolüne bürünmenin yolu olarak görüyor. “Biz”i yozlaşmış, uydurma bir kelime olarak değerlendiriyor. “Biz” kelimesi, kolayca utanca karşı bir saldırıya dönüşebiliyor. Bir büyüteç, bir megafon olabiliyor. Bu ötekini suçlama içgüdüsü aynı zamanda birilerini dışlamanın bir yolu oluyor: Biz onlara karşı! Ahlaklı kişiler ahlaksızlara karşı! Biz daha haklı olalım diye başkasını haksız sayma yöntemi de olabilir, diyor.

Hayatımızdaki korkunç insanları ne yapıyoruz? Genel olarak onları sevmeye devam ediyoruz. Bu ailelerimizle, eşlerimizle, hatta bazen çocuklarımızla ilişkimizde sıklıkla gördüğümüz bir durum. Sevginin bu dayanıklı yapısı insan için hem bir sorun hem de çözüm; ne kadar saçmalığa boğarsak boğalım dayanıyor. Bütün kötü davranışları, hayal kırıklıklarını, ihanetleri kaldırıyor. Ama sevgi yokmuş gibi davranmak ya da sevgi duyulmaması gerektiğini söylemek hiçbir işe yaramıyor, diye düşünüyor.

Sonuç

Dederer’e göre kimse bütünüyle canavar olamaz. İnsanlar karmaşıktır. Birine canavar demek, onu benliğinin tek bir yönüne mahkûm etmek demektir. Kitapta örnek olarak verilen en kötü kişilerin bile birer insan olduklarını ve yaşamlarının yaptıkları kötü şeylerden daha fazla anlamları olduğunu unutmamak gerekir diye düşünüyor.

Öte yandan bu kötücül insanları eleştirmekle birlikte yine de sanatlarından yararlanmak istediğini belirtiyor ve şunları söylüyor: “Çünkü her şeyin ötesinde ben bir insanım. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyorum. Neden filmlerden, müziklerden mahrum kalayım? Konunun özü de bu gerilim -bir kadın olarak yaşadıklarım ile büyük sanat eserlerinin güzelliğini ve ihtişamını yaşamak istemem arasındaki gerilim.”

Aslında insanın sanatla ilişkisi, ucu açık bir ilişki. İnsan değiştikçe sanatla ilişkisi de değişiyor. Bu, önce sevme, sonra nefret etme, sonra tekrar daha bilinçli olarak sevme şeklinde olabilir. Yani insan büyüdükçe sanat ve sanatçıyla ilişkisi de değişiyor. Bununla ilgili Dederer, şunları söylüyor:

“Canavar adamların eserleriyle ilgili sorunu konuştuğumuzda aslında daha büyük bir sorundan bahsediyoruz: İnsan sevgisi sorunundan. “Sanat eserleriyle ne yapacağız?” sorusu aslında bir tür alıştırma sanki, daha büyük sorular için: Sevdiğimiz korkunç insanları ne yapacağız? Hayatımızdan silip atacak mıyız? Onları ne kadar seviyoruz? Bu sevgi bizim için ne kadar önemli? Kötü birini sevmek ne demek? Daha da ileri gidersek: Biz kötü biri olursak insanlar bizi sevmeyi hangi noktada bırakır?”

Hayatımızdaki korkunç insanları ne yapıyoruz? Genel olarak onları sevmeye devam ediyoruz. Bu ailelerimizle, eşlerimizle, hatta bazen çocuklarımızla ilişkimizde sıklıkla gördüğümüz bir durum. Sevginin bu dayanıklı yapısı insan için hem bir sorun hem de çözüm; ne kadar saçmalığa boğarsak boğalım dayanıyor. Bütün kötü davranışları, hayal kırıklıklarını, ihanetleri kaldırıyor. Ama sevgi yokmuş gibi davranmak ya da sevgi duyulmaması gerektiğini söylemek hiçbir işe yaramıyor, diye düşünüyor.

İnsanlar, kendilerinin ve sevdikleri insanların mükemmel olmasını isterler. Ama sevginin böyle bir şey olmadığını biliyoruz.

Dederer şöyle diyor: “Yani sevgi yargıya değil ama yargıyı bir kenara kaldırma kararına bağlıdır. Sevgi anarşidir. Sevgi kaostur. Hak edeni sevmeyiz; kusurlu ve eksikli insanları severiz. Mantığın soğuk havasından tamamen farklı bir iklim sistemine dayalı, duygusal bir mantığı vardır sevginin.”

Miles Davis örneği üzerinden genel temennisini ifade ediyor: “Tek yapabileceğimiz, bir dahaki sefere ruhu ve kişiliğinin de müziği kadar güzel olmasını ummak. Tek yapabileceğimiz ummak.”

Bitirirken, yazının giriş bölümünde sıraladığım sanata, sanatçılara ve aralarındaki ilişkilerle ait sorular ilginizi çekiyorsa Dederer’in kitabını okumanızı öneriyorum. Kitap, bu felsefi sorulara bir yanıt olma iddiasında değil kuşkusuz ancak kitapta tartışılan fikirlerin bu konuda zihin açıcı olabileceğini düşünüyorum.


-----
*Canavar: Hayranların İkilemi, Claire Dederer, Medusa Yayınları, 2023, Çev: Berrak Göçer

Yazarlar sayfasını izyeret ettiniz mi?
SanatSanatçıEserClaire DedererCanavar: Hayranların İkilemiKötülük

Yorum Yazın

e-bülten sağ blok
M. Cem Özmen
    M. Cem Özmen

    Bizi Takip Edin
    Facebook
    X (Twitter)
    Instagram
    Linkedin
    Mastodon
    Bluesky
    Köşe Yazarları
    Armağan Öztürk
    Armağan Öztürk İsrail’le mücadelede paradigma değişikliği ihtiyacı
    Erdem Bağcı
    Erdem Bağcı İsrail - İran Savaşı’nın küresel ekonomiye etkileri
    Emir Yaşar
    Emir Yaşar Özgürlük için 'Liberalizm'e veda
    Kübra Evliyaoğlu
    Kübra Evliyaoğlu Ares’in kılıcı, Hades’in kapısı: Unutmanın kıyameti üzerine bir deneme
    Beril Esra Atahan
    Beril Esra Atahan Konfor alanının sessiz zincirleri ve yolculuğun çağrısı 
    Erol Katırcıoğlu
    Erol Katırcıoğlu Yeni milliyetçilik ve Öcalan
    Hakan Tahmaz
    Hakan Tahmaz Irak işgalinden sonra benzer oyun
    Başak Yağmur Eray
    Başak Yağmur Eray Dış Güçler: Sert adamlar, yumuşak hafızalar
    Sinem Arslan
    Sinem Arslan Barış süreçlerinde taraflar arası mutabakatlarda “Yapıcı Muğlaklık”: Neden tercih edilir? Gerçekten yapıcı mı, yıkıcı mı?
    Çağatay Arslan
    Çağatay Arslan Demir Perde’nin çöküşü, İran’ın Ateşi: 1983’ün Mirası
    Hasan Bülent Kahraman
    Hasan Bülent Kahraman 27 Mayıs 1960 Darbesine Yeni Bakışlar (1)
    Eser Karakaş
    Eser Karakaş Erdoğan’ın uğradığı en büyük hezimet
    Adnan Ekinci
    Adnan Ekinci Anayasa Günlüğü - İlk Gün
    Yüksel Işık
    Yüksel Işık Ey CHP: Titre ve Kendine Dön
    Tuğba Muslu
    Tuğba Muslu Düşünmeyen nesiller projesi
    Murat Kartalkaya
    Murat Kartalkaya Beyaz Saray’da aşk başkadır!
    Osman Erden
    Osman Erden “Führer’e İtaat”
    SON GELİŞMELER
    İhraç edilen teğmenlerin avukatlardan açıklama
    İhraç edilen teğmenlerin avukatlardan açıklama
    Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, Yalova'da tersane işçileriyle bir araya geldi
    Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, Yalova'da tersane işçileriyle bir araya geldi
    MSB kararını açıkladı: Teğmenler TSK'dan ihraç edildi
    MSB kararını açıkladı: Teğmenler TSK'dan ihraç edildi
    DEM Parti İmralı Heyeti’nden Pervin Buldan, DTK Eş Başkanı Leyla Güven’i cezaevinde ziyaret etti
    DEM Parti İmralı Heyeti’nden Pervin Buldan, DTK Eş Başkanı Leyla Güven’i cezaevinde ziyaret etti
    instagram gel gel
    tanpınar haber altı
    Yeni Arayış
    KünyeGizlilik PolitikasıE-BültenRSSSitemapSitene EkleArşiv
    SOSYAL MEDYA BAĞLANTILARI
    FACEBOOKTWITTERINSTAGRAMLINKEDIN

    Yeni Arayış | Onemsoft Haber Yazılımı