Kentler asla nötr değildir. Bir kentin sokaklarında yürürken, hangi alanların kadınlara ait hissettirdiğini, hangilerinde yalnızca tahammül edildiğini fark etmek için büyük bir sosyolojik araştırmaya gerek yoktur. Çünkü kent, planlandığı andan itibaren bir güç ilişkisi üretir. Her kaldırım, her meydan, her park bir ideolojinin uzantısıdır. Mimarlık, bu ideolojinin biçimsel dilidir. Ve bu dil çoğunlukla erkektir.
Mimarlık tarihine baktığımızda kadınların neredeyse hiç görünmediği bir “büyük anlatıyla” karşılaşırız. “Usta mimar”, “kahraman şehir plancısı”, “vizyoner tasarımcı” imgeleri hep aynı maskülen hikâyeyi tekrarlar: kent, erkek aklının bir uzantısıdır. Kadınlar ya bu hikâyenin dekorudur ya da görünmeyen emeğiyle var olur. Oysa kadın yalnızca mekânın kullanıcısı değil, aynı zamanda onun biçimlendiricisidir. Fakat bu katkı, tarih boyunca sistematik olarak silinmiştir.
Modernleşme süreciyle birlikte şehir, kontrolün ve gözetimin sembolü haline geldi. Kent planlaması, “rasyonellik” ve “düzen” adına erkek aklının tahakkümünü yeniden üretti. Geniş bulvarlar, sınır çizgileri, güvenlik kameraları ve yüksek duvarlar… Hepsi birer iktidar metaforuna dönüştü. Kadın bedeni bu düzende “özel alan”a hapsedildi; kamusal alana çıktığında ise bir anormallik gibi algılandı. Türkiye’deki kentleşme modelleri bu ayrımı daha da keskinleştirdi. TOKİ blokları, güvenlikli siteler, AVM’ler ve steril kamusal alanlar; hepsi kadınların kentteki varlığını düzenlemek, denetlemek ve sınırlandırmak üzerine kuruldu. “Güvenli mekân” söylemi, kadını korumak yerine onu görünmez kıldı. Kentin planı, kadın bedeni üzerinde çizilen bir sınır haritasına dönüştü.
Mimarlık disiplini uzun süre “tarafsız bir sanat” olarak tanıtıldı. Ancak her “tarafsız” tasarım, aslında bir tercih, bir dışlama biçimidir. Mimari normların çoğu, erkek bedeni ve deneyimi üzerinden şekillenir. Kadınların kentteki hareket biçimleri, zaman algısı ve güvenlik duygusu, mimari planlarda hesaba katılmaz. Örneğin bir meydan tasarlanırken “görünürlük” bir estetik ölçüt olarak alınır ama gece orada yalnız yürüyen bir kadın için bu görünürlük çoğu zaman tehlikedir. Kadın mimarlar bu körlüğe karşı kendi estetik dillerini kurdular. Zaha Hadid’in akışkan formları, Lina Bo Bardi’nin kamusal duyarlılığı, Leman Tomsu’nun erken Cumhuriyet dönemindeki cesareti bu direnişin parçalarıdır. Ancak bu kadınlar bile tarih yazımında “istisna” olarak anıldı. Mimarlığın erkek normları o kadar kökleşmiştir ki, kadının başarısı bile sistem dışı bir mucize gibi anlatılır.
Kadın için kent yalnızca bir yaşam alanı değil, aynı zamanda bir mücadele alanıdır. Kamusal alanlarda görünür olmanın bedeli, sürekli bir tetikte olma hâlidir. Sokak, gece, park, ulaşım hattı… Kadının kente dair her deneyimi aynı soruyla şekillenir: “Burada güvende miyim?” Bu soru bireysel bir korkunun ötesindedir; sistematik bir mekânsal politikanın sonucudur. Çünkü kentsel düzen, kadın bedenini potansiyel bir risk olarak kodlar. Kenti kadınlar için değil, kadınlara rağmen planlar. Feminist coğrafya ve “kadınların kent hakkı” kavramı tam da bu noktada önem kazanır. Feminist kent kuramcıları, kentin kadınların günlük yaşam pratiklerine göre yeniden tasarlanması gerektiğini savunur. Çünkü adaletli bir şehir yalnızca eşit erişim değil, eşit temsil ister. Kadınların karar alma süreçlerinde yer almadığı, planlamanın eril bakışla yürütüldüğü hiçbir kent gerçekten adil olamaz.
Kadınlar bu düzenin sessiz izleyicisi olmamayı çoktan öğrendi. Türkiye’de feminist hareketin sokaklardaki varlığı, kentsel belleğin yeni bir katmanını oluşturdu. Mor Çatı’nın sığınağı, 8 Mart yürüyüşlerindeki sloganlar, Gezi Parkı’nda yankılanan kadın sesleri… Bunların her biri kente kazınmış bir direniş haritasıdır. Duvar yazıları, pankartlar, sokak eylemleri; kentsel mekânı erkek egemen sembollerden geri almanın yollarıdır. Kadınlar kenti yalnızca kullanmaz; onu dönüştürür. Mekân, direnişin sahnesine, duvarlar hafızanın taşıyıcısına dönüşür. Bu yüzden kadın mücadelesi yalnızca siyasal değil, mekânsal bir devrimdir.
Bugün artık feminist bir mimarlık yalnızca teorik bir provokasyon değil, yaşamsal bir gerekliliktir. Kadın odaklı mimarlık “kadınlar için tasarım” anlamına gelmez. Bu yaklaşım, adaletli, kapsayıcı ve duyusal bir mimari etik önerir. Kadınların deneyiminden öğrenen, ilişkisel mekânlar kuran, empatiyi estetik bir ilke olarak gören bir mimarlık anlayışı… Ekofeminist yaklaşımlar, çevreyle kurulan ilişkiyi yeniden tanımlarken; katılımcı planlama modelleri kadınların bilgi ve deneyimini sürece dahil eder. Böylece kent, yalnızca bir yaşam alanı değil, kolektif bir bilinç alanına dönüşür. Çünkü mekân, politik olduğu kadar duygusaldır da. Ve kadınlar bu duygusal politikayı sezgisel biçimde bilir.
Mimarlığın ve kent planlamasının cinsiyetlendirilmiş doğası yalnızca kadınların değil, tüm toplumun özgürlüğünü sınırlar. Mekânın cinsiyetini fark etmek, bu sınırları yeniden çizmek demektir. Kadın mimarlar, şehir plancıları, akademisyenler ve aktivistler bugün artık yalnızca temsil mücadelesi vermiyor; kentin kendisini yeniden kuruyorlar. Çünkü kent, tıpkı toplum gibi, kim tarafından kurulduğuna göre şekillenir. Ve kadınlar nihayet kentin yeniden kurucusu olmaya başlıyor.
Peki, geleceğin kentini kim tasarlayacak: iktidarın gölgesindeki mimarlar mı, yoksa özgürlüğü mekâna dönüştürmeyi bilen kadınlar mı?

























Yorum Yazın