Hayatın en keskin paradokslarından biri, onun biz hazır olsak da olmasak da akıp gitmesidir. Zaman, duygularımızı beklemez; kalbimiz kırılmış, umutlarımız tükenmiş ya da inancımız azalmış olsa bile, dünya dönmeye devam eder. Bu kaçınılmaz devamlılık, insana hem acı hem de teselli verir. Çünkü bir yandan kayıplarımıza rağmen her şeyin sürebildiğini görmek kalbimizi sızlatırken, diğer yandan aynı gerçek bize yeniden başlayabilme gücü verir.
Psikoloji bu durumu “psikolojik dayanıklılık” (resilience) kavramıyla açıklar. Travmalar, kayıplar ya da beklenmedik sarsıntılar karşısında insanın yeniden dengeye dönebilme kapasitesidir bu. Harvard Üniversitesi’nden psikolog George Bonanno, “Esneklik, acının yokluğu değil; acının içinden geçip anlam üretme becerisidir,” der. Yani yaşam bizden her seferinde mutlu olmamızı değil, olan bitene anlam verebilmemizi ister.
Edebiyat ise aynı gerçeği daha yumuşak bir dille söyler. Albert Camus, Veba’da “Kışın tam ortasında, içimde yenilmez bir yaz olduğunu öğrendim,” derken, insan ruhunun bu sessiz direncini anlatır. Bazen karanlıklar içinde bile bir sıcaklık taşırız içimizde; hayatın devamı o sıcaklıktan doğar.
Bize rağmen ilerleyen hayat, aslında bizi yeniden biçimlendirir. Her kayıp bir yeniden doğuşun öncüsüdür, her bitiş yeni bir anlam arayışını başlatır. İnsan kırıldıkça şekillenir, düşüp kalktıkça kim olduğunu hatırlar. Belki de bu yüzden en derin yaralardan en güçlü karakterler doğar.
Sonuçta hayatın devam etmesi bir ihanet değil, bir davettir: “Gel, yeniden dene.” Bizimle ya da bizsiz, su gibi akar. Fakat biz o akışa izin verdiğimizde, acıdan değil, akıştan öğreniriz. Ve o zaman fark ederiz — hayat, aslında bize rağmen değil, tam da bizim için devam ediyormuş.

Yorum Yazın