Son günlerde hepimizin kendine “Biz ne yaşıyoruz?” sorusunu sorduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız gelişmeler öylesine hızlı, öylesine karmaşık ilerliyor ki, çoğu zaman tarif etmekte zorlanıyoruz. Kendi adıma gelecekle ilgili kaygılarım var. Eminim ki herkes bu duyguyu farklı biçimlerde yaşıyor. Kimisi kendi hayatı ve geleceği için endişeleniyor, kimisi çocuklarının yarını için, kimisi ekonomik sorunlardan, kimisi hukuki belirsizliklerden… Endişelerin bu çeşitliliği, aslında ortak bir kaynaktan besleniyor: Türkiye’nin yıllardır üzerine inşa ettiği demokrasinin aldığı yaralar. Bu yaralar derinleştikçe, zincirleme bir etkiyle toplumun bütün damarlarına yayılıyor.
Bugün demokrasinin bu kadar tahrip edildiği bir ortamda sağlıklı bir şekilde ne siyaset konuşabiliyoruz, ne hukuk, ne ekonomi… Ne de güvenlik ve gelecek üzerine net bir şey söyleyebiliyoruz. Çünkü bunların hepsini ayakta tutan, en tepeye koymamız gereken unsur, demokrasi. Demokrasi zedelenince, onun altında kalan tüm alanlar da yıkılıyor.
14 Eylül Mitingi: Bir Umudun Fotoğrafı
14 Eylül’de Ankara’da CHP’nin düzenlediği mitinge katıldım. Biraz erken gitmiştim, meydanı görünce ilk düşüncem “Acaba burası dolacak mı?” oldu. Çevreme bakarken yaş ortalamasının biraz yüksek olduğunu fark ettim. Özellikle emekliler çoğunluktaydı. Onlar ki, ekonomik krizden en ağır darbeyi alan kesim… Bir süre sonra arkama döndüğümde ise bir insan selinin arasında kaldığımı fark ettim. Meydan dolmuştu. Herkes tüm enerjisiyle oradaydı.
Kalabalığın ruhu çok etkileyiciydi. Onca sıkışıklığa, itiş kakışa rağmen insanlar sabırlı, olgun ve odaklıydı. Tek istedikleri, oranın havasını solumak, konuşmacıları dinlemek, ortak bir duyguya bağlanmaktı. Kalabalığın büyüklüğünü anlamak için telefonumdan canlı yayına bakmak istedim ama telefonum çekmiyordu. O an anladım ki katılım gerçekten çok yoğundu; hatta telefon sinyalleri bile o kalabalığı kaldıramıyordu.
14 Eylül’deki miting bir tarih yazdı. Bu mitingler – Özgür Özel’in her seferinde düzelttiği ifadeyle “eylemler” – yalnızca siyasi bir gösteri değil, demokrasi ve hukuk arayışının simgesi oldu.
Sessizliği Bozmak
Mitingde şunu fark ettim: “Biz ne yaşıyoruz?” sorusunun yerini içimde “Biz ne yapıyoruz?” aldı. Çünkü bu kez insanlar yalnızca seyirci değil, aktördü. Evinde pişiremediği yemeğin, çocuğuna alamadığı defterin, gençlerin üniversite hayallerinin, işsizlerin umutsuzluğunun hesabı sorulmaya başlanmıştı. Bu öfke yalnızca kayyımlara değil, günlük hayatımıza sinmiş hukuksuzluklara karşı bir başkaldırıydı.
Bu manzara umut vericiydi ama beraberinde bir endişeyi de taşıyordu: Bunca kalabalığı, bunca enerjiyi gören iktidar baskıyı artırır mı? 15 Eylül’de bir butlan kararı çıkarıp CHP’yi kendi yazdığı bir senaryonun içine sıkıştırmaya çalışır mı? Türkiye’de siyaset sahnesi öyle bir noktaya geldi ki, umut ile kaygı neredeyse yan yana yürüyor.
Hukukun Kırılganlığı ve Umudun Yeşermesi
Neyse ki 15 Eylül’de açıklanan mahkeme kararı, tam anlamıyla beklentileri karşılamasa da partinin önünü açtı. Ümitler yeniden filizlendi. Bu karar, yalnızca bir dava sonucundan ibaret değildi; aslında toplumun demokrasiye duyduğu ihtiyacın da bir yansımasıydı.
Geçenlerde çok sevdiğim bir partiliyle konuşurken bana şunu söyledi: “Gündemdeki asıl konuları konuşamıyoruz. Siyaset değil, hukuk değil; ne konuşuyoruz, neye zaman harcıyoruz?”
Bu sözler çok şey anlatıyordu. Çünkü bugün Türkiye’nin gündemi, olması gereken yerden çok uzakta. Ekonomik kriz, genç işsizlik, eğitimdeki adaletsizlikler, kadın cinayetleri, yargının bağımsızlığı… Bunları konuşmamız gerekirken, enerjimizi demokrasinin en temel meselelerine harcıyoruz.
CHP’nin iç tartışmalarını “parti içi kavga” diyerek küçümseyenler, 14 Eylül’deki mitingi ve 15 Eylül’deki kararı görmezden gelemez. Çünkü bu iki gün, meselenin yalnızca bir parti meselesi olmadığını, ülkenin demokrasi meselesi olduğunu net biçimde ortaya koydu.
Biz Ne Yapıyoruz?
Şimdi yeniden başa dönelim: “Biz ne yaşıyoruz?” sorusunu çok sorduk. Ama artık sormamız gereken, “Biz ne yapıyoruz?” olmalı. Çünkü yaşadıklarımızı tarif etmek, acımızı paylaşmak tek başına yetmiyor. Bir yurttaş olarak sorumluluğumuzu hatırlamak zorundayız.
Meydanlarda gördüğüm emekliler, gençler, kadınlar, işçiler… Hepsi aynı şeyi söylüyordu aslında: “Artık yeter!” Bu yeter sözü, yalnızca bir şikayet değil, bir başlangıç çağrısıdır. Çünkü demokrasi, birilerinin bize vereceği bir lütuf değil; hepimizin birlikte inşa edeceği bir ortak yaşam biçimidir.
Evet, iktidar baskıyı artırabilir. Evet, yargı her zaman adil karar vermeyebilir. Evet, önümüzde uzun ve zor bir yol var. Ama 14 Eylül’de gördüğüm o meydan, bana şunu gösterdi: İnsanlar artık yalnızca kaygılarını değil, umutlarını da paylaşmaya başladı. Umut, bulaşıcıdır. Bir kişi ayağa kalkarsa, yanındaki de kalkar. Bir meydan dolarsa, başka meydanlar da dolar.
Türkiye’nin bugün geldiği noktada demokrasi ağır yaralar aldı. Bu yüzden insanlar “Biz ne yaşıyoruz?” diye sormakta haklı. Ama bu sorunun bizi teslim almasına izin veremeyiz. Onun yerine “Biz ne yapıyoruz?” sorusunu öne çıkarmalıyız. Çünkü demokrasi ancak vatandaşlarının omuzlarında yükselebilir.
14 Eylül’de Ankara’da gördüğüm kalabalık, bana şunu hatırlattı: Umut, en zor zamanlarda bile filizlenir. Demokrasiye sahip çıkmak, sadece siyasetçilerin değil, hepimizin görevidir. Bugün sokakta, meydanda, işyerinde, okulda, evde… Nerede olursak olalım, adalet ve özgürlük talebimizi dile getirmekten vazgeçmemeliyiz.
Çünkü yarın çocuklarımız bize “Siz o gün ne yaptınız?” diye sorduklarında, verecek bir cevabımız olmalı. Ve o cevap şu olmalı: “Biz demokrasiyi yeniden ayağa kaldırmak için bir aradaydık.”






























Yorum Yazın