Şerif Mardin bugünkü durumun “nedenlerini” toplumsal dinamiklerin içinde arayanlardandır. Ve tezi, genellikle söylenenlerden çok farklıdır. Başarısız modernleşme ve “batılılaşma”, toplumun dinamiklerinin, bir mirasın, geleneklerin ve toplumsal yapının bir sonucudur. Gelişmelerin sorumlusu bazı kişiler değil, toplumdur. Bu toplum, hem muhafazakâr yollar seçen yöneticilerden, hem de modernleşmeye karşı çıkan kitlelerden oluşuyor.
Türkiye toplumuyla ilgili çalışmalarıyla ünlüdür Şerif Mardin. Bu alanda hem öncüdür, hem saygındır. Yaklaşımı akademiktir; yani bu alanda kalem oynatmış olan pek çok aydının aksine temel kaygısı siyasi veya ideolojik değildi. Yine de, bir yanlış anlama olmasın diye ekleyeyim: Üniversite dünyasına bağlı kimselerin “akademik” ürünleri, gerçeklikleri tartışılmaz doğrular hiç değildir. Her görüş gibi eleştiriye açıktırlar. Şerif Mardin’e atfettiğim ün ve saygı, dünyanın akademik çevrelerinde yer etmiş olması anlamındadır; küçük gruplarımızın alanlarının dışında da kanıtlamıştır kendini.
Ş. Mardin en başta Türkiye modernleşmesinin zaman içinde farklılaşmalar sergilediğini savunmuştur. Bir de bu konuda “tahlilden çok betimlemeye” odaklı çalışmaların yapılmış olduğunu. (s. 26) Yani olanların nedenleri değil, tasviri ve anlatımı yapılmıştır.
“Batıcılık” 18. yüzyıl başlarında savaş alanında yenilmelere çare olarak askeri alanda “modernleşmeye” karar verilerek başladı. Batı türü yaşam biçimi de üst sınıflar arasında görülmeye başlandı (Lale Devri). Aynı zamanda Cumhuriyet dönemine kadar görülen ve “halktan” gelen ters tepkiler de yaşandı. Örneğin, Kabakçı İsyanı (1807), Kuleli Vakası (1859), 31 Mart (1909) gibi. 1839 yılında Tanzimat’la idari, hukuksal ve iktisadi “batılılaşmaya” girişildi. Bu kez aydınlar arasında (Yeni Osmanlılar) Şeriatın unutulduğu savı ile tepkiler doğdu. 1856 yılında tepkiler Islahat Fermanı ile “millet-i hakime” (Müslümanlar) imtiyazlarını kaybettikleri için doğdu. 1870’lerden sonra yeni bir akım, “Batılılığın parça parça alınması mümkün olmayan bir bütün olduğu fikri” de duyulmaya başlandı. II. Abdülhamit döneminde Harbiye, Mülkiye ve Askeri Tıbbiye gibi okullarda yetişen yeni bir kuşak “Batı’yı” daha iyi tanıma fırsatını buldu (Jön Türkler). Aynı dönemde Batı’nın “taklit edilmesine” karşı çıkan İslamcı akımlar da çıktı ortaya. Nihayet “Atatürk, Batı’nın en önemli katkısını, toplumun şeklinde ve bu topluma hakim olduğuna inandığı müspet bilimlerde” görmüştür.” (s. 20). Ş. Mardin Atatürk’ü cemaatlere karşın “kişinin onurunu” öne çıkardığı için “orijinal bir düşünür” saymıştır (s. 21). Atatürk’ün ölümünden sonra ise, Batıcılığın taklit olarak kaldığı için eleştirilmiştir (Gardrop Atatürkçülüğü). Ş. Mardin’in bu yazısının sonundaki yargısı şöyledir:
“Batı’ya karşı ortaya çıkan tepkinin iki buçuk asır kadar kisve değiştirerek sürebilmiş olması ilginç bir toplumsal araştırma konusu olarak karşımıza çıkar. Bu süre içinde devamlı olarak ileri sürülen tezlerden Batı’nın Türkiye’ye en yalıtkan ve yüzeysel biçimleriyle yerleştiği doğrudur. Ancak, bunun nedeni, “taklit” eğiliminde değil, Müslüman-Osmanlı-Türk kültürünün bir yapı unsurunda aranmalıdır”. (s. 21).
“Türk kültürün unsurları” nedir? Batıcılığı “yalıtkan ve yüzeysel” kılan nedir? Asırlar boyu yaşanan Batı karşıtı tepkilerin berisinde ne var? Şerif Mardin bu sorulara açık ve net cevaplar vermiş midir? Sanırım görüşlerini daha çok dolaylı olarak ve ima yoluyla savunmuştur. Ve bunları “araştırma konusu” yapalım önerisinde bulunmaktadır. Belki de “kültürün unsurları” arasında tabu diyebileceğimiz engeller vardı. Belki kısır bir döngü, sorunları ele almada bir engeldi. Jön Türklerle ilgili kitabında Prens Sabahattin konusunda şunları okuyoruz:
“Prens Sabahattin Bey’in ‘insan’ anlayışını devrin en bireysel sosyal düşünürlerden birinden aldığını görüyoruz. [Edmond Demolins] … Demolins’e göre Anglosakson memleketlerinde terbiye her şeyden önce bireysel yetenekleri geliştirmeye yöneliyordu. Sonuçta toplum bundan yararlanmış, İngilizler ve Amerikalılar gelişmiş milletlerin başında yer almışlardı. Bu tutumun devlet yönetimine yansıyışı kendini geniş bir adem-i merkeziyetçilikte gösteriyordu. Tersine karakteristiği ‘amme iktidarının genişliği ve merkezi bir idare’ olan toplumlar, bireye önem vermeyen toplumlar, merkeziyetçi nitelikleri devam ettirecek bir eğitim sistemine dayanıyordu. Bu tip toplumlarda bireyin kişisel gelişme eğilimine set çekiyordu.” (s. 291)
“Aynı zamanda ‘demokrasi’ anlayışının Jön Türklerinkinden çok farklı olduğunu ve bir bakıma bu fark dolayısıyla adem-i merkeziyeti seçtiğini söyleyebiliriz… Onun için parlamento, örtülü ve kendisince belirlenecek bir ‘milli irade’nin bulucusu değil, bir denetimler silsilesinin üst kademesinden ibaretti (s. 294-295).
“Prens Sabahattin gibi Abdullah Cevdet de Osmanlı toplumunda radikal bazı değişikliklerin yapılmasının gerektiğine inanıyordu. Her ikisi de temel eğitimin tamamen Batılı bir eğitim olması zorunluluğuna inanıyordu.” (s. 296).
Osmanlı toplumu, bir doğu toplumu olduğundan “Batı” denen toplumlardan farklıdır; Osmanlı toplumunu yönetenler “memurlar” dediği kesimdir; toplumunun geri kalanını bunlar yönetecek ve güdecektir; bu düzen “merkezîdir” ve bireyin öne çıkmasına elverişli değildir; oysa modernleşme ve kalkınma ancak bireyin özgürleşmesi ile sağlanır; modernleşme iddiasında olanlar aslında muhafazakardırlar ve en önemlisi, gerçek bir modernleşme “memurların” çıkarına uygun olmadığı için bu yöndeki çabalar “mevcut bir ‘ümmetçi’ yapıya uygun gelecek şekilde” yapılmakta; dolayısıyla batı kaynaklı “modernleşmeye” karşı kesintisiz bir “direnç” (sosyal dinamik) yaşanmaktadır; ve bu karşı çıkma ise genel bir Batı karşıtlığı olarak belirmektedir.
Şerif Mardin Prens Sabahattin’in haksız olarak kimilerince sevilmediğini anlatır. Yalnız yanlış anlaşıldığı için değil, aslında bambaşka bir neden yüzünden:
“Sevilmemesinin nedeni Prens Sabahattin’in görüşlerinin gerçekten hayatımızın en derin köklerine dokunmuş olması ve bu bakımdan kendi kendini eleştirmeyi ancak yüzeysel bir anlamda anlayanları rahatsız etmiş olmasıdır. Gerçek şudur ki Prens Sabahattin, bazılarınca, toplum “tabu”larımıza dokunduğu için beğenilmemiştir. Prens Sabahattin’in fikirleri çevresinde meydana gelen ‘polarizasyonun’ yararlı yanı bizzat kendi toplum ‘tabu’larımızın üzerine ışık saçmasıdır. Zararlı yönü, Prens Sabahattin’in fikirlerini yakından incelememiş olanlar arasında Prens Sabahattin aleyhtarlığının veya taraftarlığının siyasi bir ‘vaziyet alışa’ tekabül etmesindedir” (s. 288).
Ancak Ş. Mardin, tırnak içine aldığı “tabularımızı” ayrıntılı bir biçimde sıralamamıştır; belki bunlar tırnak dışında da tabu da oldukları için! “Hayatımızın en derin kökleri” olarak da nitelediği bazı toplumsal özellikleri şöyle açıklar.
“Prens Sabahattin ve Dr. Abdullah Cevdet’in öteki Jön Türklerden ayrıldıkları nokta burasıdır. Onlar siyasi olmayabilecek bir elit düşünebilmişlerdi. Ötekiler için elit zorunlu olarak siyasi oluyordu. Böyle bir inançtan bizzat bu görüşü beslemiş olanların Batı’dan ne kadar ayrıldıklarını anlayabiliriz. Batı’da elit yalnız siyasi değil, entelektüel, artistik veya teknokratik olabiliyordu. Bir elitin yalnız siyasi olabileceği düşüncesiyse Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal yapısının izini yaşıyordu. Çünkü insanlar ‘yönetenler’ ve ‘yönetilenler’ olarak iki kesin gruba ayrıldıkları bir sistemde, böyle bir elit kavramı tabii olarak ortaya çıkacaktı. Meydana getirilmesi tasavvur edilen siyasi ‘elitin’ başlıca işi halka görevlerini öğretmek olacaktı (s. 303)
“Jön Türk düşüncesi ‘radikal’ değil ‘muhafazakârdır”. Padişahı halletmek ve yerine başkasını koymakla istenen amaca varılamayacağı fikrini yalnız Dr. Abdullah Cevdet’te buluyoruz. (s. 304).
“Osmanlı İmparatorluğunda zaman zaman çıkan anlaşmazlıkların temelini ‘sınıf mücadelesi’ değil, devlet memurları arasında bir [mücadeledir]… Bu arada ulemanın fikrî bakımdan sönüklüğü devlet içindeki mevkiinin tedricen ve uzun zaman önce başlayan bir süreç sonucunda kaybetmiş olmalarının bir belirtisinden başka bir şey değildir (s. 307).
Prens Sabahattin Bey’in öğretisinin radikalliği Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal dinamiğini değiştirip bir ‘memurlar kavgası’ndan başka bir unsura dayandırmak istemesinden ileri gelmişti. Osmanlı sisteminin köklerine atılmak istenen bu tırpan pek tabii ki birçok kimselerin Sabahattin’in aleyhine yönelmesiyle sonuçlanacaktı… Jön Türklerin Batı’dan aldıkları fikirler bile Osmanlı İmparatorluğu’nda zaten mevcut bir ‘ümmetçi’ yapıya uygun gelecek şekilde seçilmişti. (s. 307).
Herhalde şuydu Ş. Mardin’in “tabu”, “hayatımızın en derin kökleri”, “sosyal yapımız”, “sosyal dinamizm”, “memurlar kavgası” dediği ama açıkça ifade etmediği: Osmanlı toplumu, bir doğu toplumu olduğundan “Batı” denen toplumlardan farklıdır; Osmanlı toplumunu yönetenler “memurlar” dediği kesimdir; toplumunun geri kalanını bunlar yönetecek ve güdecektir; bu düzen “merkezîdir” ve bireyin öne çıkmasına elverişli değildir; oysa modernleşme ve kalkınma ancak bireyin özgürleşmesi ile sağlanır; modernleşme iddiasında olanlar aslında muhafazakardırlar ve en önemlisi, gerçek bir modernleşme “memurların” çıkarına uygun olmadığı için bu yöndeki çabalar “mevcut bir ‘ümmetçi’ yapıya uygun gelecek şekilde” yapılmakta; dolayısıyla batı kaynaklı “modernleşmeye” karşı kesintisiz bir “direnç” (sosyal dinamik) yaşanmaktadır; ve bu karşı çıkma ise genel bir Batı karşıtlığı olarak belirmektedir.
Bu sosyal dinamikler çok eskilerden günümüze uzanan bir sürecin özelliğidir. Ve bu “devlet memurlarının” rolünü Bizans dönemine kadar gerilere götürebiliriz. Çünkü bir önceki yazımda Stefanos Yerasimos’un, aynı coğrafî bölgede Bizans’ın da “Batı”nın karşısında güçsüz ve pasif kalmasının temel nedeni olarak “devlet memurlarını” gösterdiğini görmüştük. Onlar da kendi çıkarlarını gözeterek “düzenin” sürdürülmesinden yanaydılar: “Kendi çıkar paylarını korumak şartıyla bu anlaşmayı [Bizans’ın batılılara tanıdığı kapitülasyonları] imzalayan devlet memurlarına gelince, yeni filizlenen bir gücü [burjuvaziyi] henüz kabuğunu yaramadan boğmak, daha çok işlerine geliyordu.” Yani, merkezî devletlerin memur gibi çalışan yöneticileri kendi çıkarlarını, gelişme ve modernleşme alanından çok, düzenlerinin sürdürülmesinde görmüşlerdir. Yani sorun “doğru” veya “yanlış” kararların alınmış olmasından çok, o kararların kimler ve neden aldıklarını veya neden almadıklarını anlamaktır; yani “sosyal dinamikleri” anlamaktır.
Şerif Mardin bugünkü durumun “nedenlerini” toplumsal dinamiklerin içinde arayanlardandır. Ve tezi, genellikle söylenenlerden çok farklıdır. Başarısız modernleşme ve “batılılaşma”, toplumun dinamiklerinin, bir mirasın, geleneklerin ve toplumsal yapının bir sonucudur. Gelişmelerin sorumlusu bazı kişiler değil, toplumdur. Bu toplum, hem muhafazakâr yollar seçen yöneticilerden, hem de modernleşmeye karşı çıkan kitlelerden oluşuyor. Ş. Mardin’den bazı alıntılarla çizdiği çerçeveye daha yakından bakalım; Türk Modernleşmesi kitabından…
“Osmanlı İmparatorluğu XIX. yüzyılın başında kültür bakımından ‘küçük’ ve ‘büyük’ geleneklerin bütünleşmediği bir durumdaydı. Aynı zamanda İmparatorluk Batı’ın geçirmiş olduğu ve sosyal yapısını yeniden yoğuran ‘ayanlık’ inkılabı, pazar inkılabı gibi önemli tarihsel gelişmelerden uzak kalmıştı… Fransız ihtilalini bunlar başlatmıştı. ‘Pazar inkılabı’ modern devletin Batı’da ülke genişliğinde pazarlar yaratma çabasıdır. Sanayi inkılabı ise makine kullanma ile başlayan fakat önemli sonuçları toplumsal olan bir evredir. Sanayileşme asıl sanayi inkılabından önce mevcut insan kümeleşmesini değiştirdiği için önemlidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda her biri bir sosyal yapı yoğurması getiren bu hareketlerden - ayanlık – son derece güdük kalmış, diğerleri görülmemiştir (s. 30).
“İnalcık’n kanıtladığı gibi, kapital birikimi XVI: yüzyılda yavaş yavaş başlamış olmakla birlikte, Orta Avrupa’daki gibi sürecin candamarı olan bazı yapıları türetmemiştir. Böylece şehirlerin politik ayrıcalık kazanmalarının eşdeğerleri Osmanlı toplumunda görülmedi… Topraklarını genişletip, bunu toplumsal hareketlilik için kullanan zengin köylülere rastlandığı daha belgelenmemiştir.
“Burada göstermeye çalıştığım, modernleşmeye engel olan ve ‘dini’ olarak adlandırılan etkenlerin bazen tamamen dini olmayan ve dinin arkasına gizlenen yapısal etkenler olarak ortaya çıktığıdır. Osmanlı sosyal yapısında savaşçı grupların değerleri, toplumun merkezi olarak mahalle, yeniden üleştirici ahlak ve siyasi servet üzerindeki kısmî tekeli, bu durumda tutuculuğun kaynağıdır… Alt sınıfların yaşamındaki cemaat duygusu, bu mozaiği oluşturan parçacıkların tümüdür. Alt sınıf kültürü, pazara dayanan bir ekonomiyi ve bireysel tüketimi geleneksel yapıya büyük bir tehdit saydı ve böyle saymakta haklı da görülebilir. Alt sınıf kültürü kadınların bağımsızlaşmasına aynı nedenlerden karşı koydu. (s. 78).
“İşte modernleşmede Bihruz Bey sendromunu [Batılı görünmek anlamında, HM] böyle bir açıdan değerlendirmek gerekir… İlk evrelerde Bihruz Bey aleyhtarı tutum kuru cemaatçi şeklinde ortaya çıktı… Abdülhamit zamanında aynı değerler, ‘dekadan’lara karşı ateş püskürenlerin tutumunda tutucu seferberlik olarak belirdi… 1960’lara kadar Türkiye’de sosyalizm aleyhtarlığında gözükür… Türk milliyetçiliğinin bir kökünü de burada aramak gerekir. Bugünkü, Batı aleyhtarı şovenizmimizi de burada aramalıyız” (s. 81).
Böylesine farklı bir sestir Şerif Mardin’nin yaklaşımı. Şu cümlesini de “tabu” dediği ortamla ilişkilidir: “Dün olduğu gibi bugün de, Türkiye’de ‘kozmopolit’ havaları takınabilmek için cesaret sahibi olmak gerekir.” (s. 79). Yani modernleşmenin neden başarısızlığa uğradığını konuşmak bile zordur demek ister gibidir. Bu yüzden “Batı’ya karşı ortaya çıkan tepkinin iki buçuk asır kadar kisve değiştirerek sürebilmiş olması ilginç bir toplumsal araştırma konusu olarak karşımıza çıkar” der; oysa aslında bu araştırmaya adamıştır çalışmalarını. Ama bulgularını “kozmopolitliğini” pek belli etmemeye çalışarak dile getirdi. Herhalde aklında “mahalle baskısı” vardı. Şerif Mardin’nin zengin dünyasından başka bir kitabından birkaç alıntıyla ayrılalım, “cesaretle”!
“Türk toplum tarihi üzerine yakın zamanlarda yapılan çalışmalar göstermiştir ki, Batı’da orta çağ toplumunu ayırdeden patrimonyalizm ve feodalizm ilkelerinden Türkiye’de en ağır basan ilke patrimonyalizm olmuştur. Daha ileriye giderek kuruluşundan az sonra, patrimonyal bürokrasi çizgilerinin Osmanlı devletinin en ayıredici yönü olarak belirlediği söyleyebiliriz. (s. 80).
“Köprülü ve İnalcık XVI. asırda Türkiye’de bir zengin tüccarlar zümresinin mevcudiyetine işaret etmişlerdir. Fakat İnalcık’ın anlattıklarından, bu zengin tüccarların hiçbir zaman Batı Avrupa’daki gibi şehirlerin siyasi hayatına hâkim tüccar oligarşileri meydana getirmediklerini anlıyoruz. Batı ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki farklar burada toplanır (s. 87).
“Bürokrasiyi dengeleyecek iktidarın yokluğu, Osmanlı Devletindeki etnik azınlıkların, koruma için Batılı devletlerine başvurmaları sürecini açıklamaya yardımcı olmaktadır. Bu başvurmaların sırf iktisadi emperyalistlerin karışması için vesile olduğu söylenmiştir. Böyle de olsa, imparatorluk içindeki iktisadi işlerin doğurduğu gerçek güvensizlikten ileri geliyordu. Gerileme devrinde eski kontrollerin terkedilmesi bu güvensizliği azaltmadı” (s. 90).
“Osmanlı modernleşme hareketinin başlangıcı olan Tanzimat, iki kültür [seçkinlerin ve esnaf/köylü kültür] arasındaki uzaklığı azaltmayı başaramadı. Tersine, taşra eskisinden daha da çok durgunlaştı… Bir yanda cilalı, Paris-yönelimli devlet adamları, öte yanda kaba taşralılar vardı. Aradaki ayrılık Fransız kültürü ile İslam kültürü arasındaki ayrılıktı.”. (s. 99).
-----
1. Mardin, Şerif. Jön Türklerin siyasi fikirleri, 1895-1908, İstanbul: İletişim, 1992 (1964).
2. Mardin, Şerif. Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim, 1991.
3. Mardin, Şerif. Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yayınları, 1986 (1969).

Yorum Yazın