"Bir ermiş olmak istisnadır, dürüst bir insan olmak kuraldır. Yanılın, gücünüzü kaybedin, günah işleyin, ama dürüst olun. Zaten aydınlık demek illa ki sevinç anlamına gelmez... Aydınlık'ta da acı çekilir; ateşin fazlası yakar. Alev kanadın düşmanıdır. Uçmaya ara vermeden yanmak dâhinin mucizesidir.."
Bu sözler, hayatımın arka cebinde, eskimiş bir ciltten koparılmış gibi duran bir pusula. Victor Hugo'nun o devasa, fırtınalı ruhundan süzülüp, benim gündelik mücadelelerimin içine düşmüş bir cevher. Kaç kez, bir yanılgının küllerini avuçlarken, bu sözler dürüstlüğümün sığınağı oldu. Çünkü hakikatin aydınlığı, steril bir ameliyathanenin değil, bir demirci ocağının ışığıydı; hem aydınlatan hem de yakan.
Bu hafta, "Ne yazacağım?" sorusunun çölünde, kelimeler susmuş, cümleler çekilmişti. Zihnim, insanlığa, güne, bu topraklara dair bir söz söyleyecek mecali bulamıyordu kendinde. Sonra, bir kaçış değil, bir sığınak ararcasına, çocuklarımın elinden tuttum. Dışarıda, Ordu'yu döven efsanevi bir yağmur vardı; her damlası geceyi yıkayıp arındıracakmış gibi iniyordu yeryüzüne. Biz de, bu şiddetli güzelliğin altından geçip, Ordu Kültür Sanat Merkezi’nde Ankara Devlet Tiyatrosu’nun muhteşem oyununa vardık.(Elbette gidene kadar bunu bilmiyorduk)
Karanlık salonda perde açıldı.
Sahnenin ortasında yalnızca tek bir ışık vardı ve papaz, Victor Hugo’nun ilk cümlelerini yüksek ve tok bir sesle okumaya başladı. Dışarıdaki yağmurun uğultusu salona sızarken, sözler havada keskin bir çizgi gibi asılı kaldı. Metin, oyunculardan önce sahnenin merkezine yerleşmişti.
Fantine'in (Aslı Artuk'un o iç paralayan performansıyla) çığlığı, yıldızlı gecenin ardındaki karanlıktı. Bu, sadece 19. yüzyıl Fransa'sında değil, sistemin kendi Fantine'lerini nasıl da öğüttüğünü gören her çağın, her coğrafyanın, bugünün Türkiye'sinin de hikayesiydi…
"Yoksulluk, bir insanın kaderi değil; toplumun ayıbıdır." — Victor Hugo
O an Fantine’in bedeni, yalnızca trajedinin değil, yüzyıllardır kadınların üzerine çökmüş olan iktidar düzeninin sahnesi oldu. Onun düşüşü, “ahlak” adına yargılanmış bir kadının değil, erkek egemen düzenin elinde parçalanan bir hayatın hikayesiydi. Saçını, dişini, bedenini satmaya zorlanan sadece Fantine değildi; tarih, kadının emeğini görünmez kılan, acısını değersizleştiren, varlığını utançla eşitleyen yüzyılların kaydını tutuyordu.
Fantine bir karakterden çok daha fazlasıydı; mahkeme salonlarında susturulan, sokaklarda yok sayılan, kendi hayatı üzerinde söz hakkı elinden alınan milyonlarca kadının ortak yüzü gibiydi. Sahnedeki çığlığı salondan dışarı taşmadı; içimize çöktü. Ve o karanlıkta herkes kendi payına düşenle kaldı.
Oyun, Fransız İhtilaline giden yolu, devasa bir toplumsal patlamanın mikrokozmosu içinde tarifliyordu bize. Bu, bir anda olup biten bir infilak değildi. Jean Valjean'ın (Durukan Ordu'nun muazzam içsel çatışmasıyla can verdiği) bir ekmek için sürüklendiği adaletsizlikti ihtilalin ilk kıvılcımı bana göre. Javert'in (Caner Kadir Gezener'in unutulmaz katılıkta temsil ettiği) insafsız, merhametsiz, sadece kural tanıyan otoriteydi, öfkeyi büyüten. Mösyö Thenardier'in (Şevki Çepa'nın mükemmel hırsla canlandırdığı) ahlaki çürüme ve fırsatçılıktı, toplumun altını oyan. Her biri, ihtilale giden yolu döşeyen birer taştı.
Sahnede Fransa sokaklarının kırmızı kurdelelerle betimlenmesi, gecenin en çarpıcı alegorilerinden biriydi. O kurdeleler yalnızca devrimin kızıl ateşini değil, toplumun boğazına dolanan görünmez düğümleri, adaletsizliğin bıraktığı acıtan çizikleri, giderek daralan nefesin sembolünü taşıyordu. Her savruluşta bir çağrıydı onlar; bir eşik, bir uyanış, bir yön değiştirme ihtimali…
Devrimler çoğu zaman bir patlamayla değil, artık dayanılamayacağı anlaşılan bir çizgide başlar. Kırmızı kurdeleler, tam da o çizgiyi gösteriyordu: Bir toplumun artık eski haline dönemeyeceği anı.
Ve barikat... O sahnede, salonda dolaşan sessizlik yalnızca oyun sessizliği değildi; tarihsel bir eşiğin, geri dönüşsüz bir kırılmanın sessizliğiydi.
Tam burada Walter Benjamin'in şu sözleri zihnime çarptı: "Devrim, geleceğe koşan ilerlemenin motoru değil; tarihin acil frenidir."
(Benjamin'e göre, resmi tarihin "ilerleme" dediği şey, aslında gücü elinde tutanların zaferlerini meşrulaştıran bir yıkım trenidir. Bu tren, üzerine gelen her şeyi -insanları, değerleri, adaleti ezip geçer. Devrim ise, bu trenin uçuruma yuvarlanmasını veya çiğneyeceği daha fazla hayatı korumak için, artık dayanılamaz hale gelen bir noktada çekilen acil fren koludur. Bir lüks değil, zorunluluktur.)
Bu, bir hülyanın değil, zorunluluğun cümlesi aslında. Devrimler büyük bir ileri atılımla değil, artık dayanılmaz olanın durdurulmasıyla başlar. Patlamalar değil, biriken suskunluklar hazırlar onları. Fransız İhtilali, bir "ilerleme" değil, bir "duruş"tu; monarşinin, yoksulluğun, ayrıcalığın artık daha fazla sürdürülemeyeceği noktada çekilen bir frendi. Bugün bu topraklarda da "yeter artık!" diyen her ses, adaletsizlik karşısında için için yanan her yürek, görünmez bir frenin üzerinde titreyen parmaktır. Tarihin gidişatı, böyle küçük, kişisel frenlerin bir araya gelmesiyle değişir.
Bu, tarihsel ve sosyolojik bir gerçeklikti. Ancak oyun, bunu felsefi bir sorgulamaya dönüştürüyordu: Adalet nedir? Kanun mu, vicdan mı? Javert, kanunun soğuk, değişmez prizmasından bakıyordu dünyaya. Valjean ise, Piskoposun (Mehmet Akay'ın yumuşak ama güçlü performansıyla sergilediği) şefkatinde bulduğu, bağışlayıcı, dönüştürücü bir adalet anlayışını benimsemişti. Bu çatışma, sadece sahnenin değil, bugün Türkiye'sinde de her birimizin zihninde süren bir hesaplaşma. Kanunların katılığı ile insani durumun karmaşıklığı arasında sıkışıp kalmış bir toplumun iç mahkemesi...
Ve işte o anahtar metafor: "Alev kanadın düşmanıdır. Uçmaya ara vermeden yanmak..."(bu arada oyunda bu harikulade dize geçmedi ama kitabı okuduğumdan beri beni en çok etkileyen sözdür.) Valjean, tam da bunun somutlaşmış haliydi. Bir yandan geçmişinin, sürekli takibatin alevleri içinde yanıyor, diğer yandan Cosette (Eda Aydınlı'nın masumiyetiyle uçurduğu) için, bir insanlık ideali için kanat çırpıyordu. Bu, tüm dâhilerin, tüm devrimcilerin, tüm “öteki” olmuşların trajedisi ve mucizesi. Yükseliş, bir yanışı gerektirir. Bugün bu topraklarda da bir fikir uğruna, bir inanç uğruna, sadece “dürüst” olduğu için yanan nice insan, bu ikilemin içinde kıvranıyor. Ateşe razı olmadan, kanatlanmanın imkansızlığını biliyoruz.
Gözyaşlarım, işte bu büyük hakikatin ağırlığı altında, bir sızı olarak aktı.Her sahnede zihnimde kitabın sayfaları çevrildi.Bu, sanatın, edebiyatın, felsefenin ve tarihin bir potada eriyip, ruhuma değdiği andı. Çocuklarımın yanımda, soluklarını tutarak izlediği bu manzara, onlara verilebilecek en değerli dersti: Hayat acıtır, hakikat yakar, ama dürüst bir yürekle uçmaya devam etmek, insan olmanın en yüce ifadesidir.
Perde kapandı. Ve sonra... bir mucize oldu. Dakikalarca süren, hiç dinmeyen, adeta dışarıdaki yağmura meydan okuyan bir alkış koptu. Hiç kimse yerinden kalkamadı. Hepimiz, o anın, o emeğin, o sanatın büyüsünü bir saniye daha uzatmak istercesine, çılgınca alkışladık. Bu, sadece bir tezahürat değil, bir minnet borcu, bir saygı duruşuydu.
Ve salondan çıkıp yağmurla yeniden karşılaştığımda şu soru, zihnimin kıyısında sessizce belirdi:
Gerçek barikat nerede kurulur? Sokakta mı, yoksa insanın kendi vicdanında mı?
Biliyorum ki, ermişlik değil, dürüstlük kurtaracak hepimizi. Ve belki de tek mucize, alevler içinde de olsa, uçmaya asla ara vermemektir.
Ve Perde
.
.
.
Yazar Notu: Bu yazı yalnızca bir oyun sonrası değil, o geceden başlayan gerçek bir yolculuğun sayfası.
Ve perde…’nin altındaki üç nokta, sınıfların, ezilenlerin mücadelesi için örgütlediğimiz mitingin çalışması sırasında Çorum'da bir Ptt Müdürlüğü'nde konuldu.






















Yorum Yazın