Ağrı Dağı’nın gölgesinde durdum. Rüzgâr yüzüme çarptı.Bir ses geldi içimden, uğultuya karıştı: Nuh kimi kurtardı? Ve biz gerçekten kurtulduk mu? Yoksa hâlâ kendi tufanımızda mı boğuluyoruz?
Bu metin, Bilâkis Dergi’nin çağrısıyla gerçekleşen Doğubayazıt – Ağrı Dağı yolculuğunda doğdu.
Bedenle yapılan bir seyahatin, kelimeyle köklere yapılan yolculuğa dönüştüğü o anda yazıldı.
Bir ataya giderken bir mitosa çarpmak…
Bir dağa bakarken kendi tufanına rastlamak…
Yazmak bazen yalnızca hatırlamak değil, hatırlatan toprağa dokunmaktır.
Bu yolculuğu mümkün kılan Bilâkis’e, yalnızca bir edebiyat dergisi değil, düşüncenin kendisi olarak selamla.
“Tufan, ruhumuzu örten her şeydir. Kurtuluş ise hatırlamakta saklıdır.”
— Ahmed-i Hani’ye selamla
Doğubayazıt’a doğru yol alırken, aklımda tek bir isim vardı: Ahmed-i Hani.
Dilimin, düşüncemin, duyuşumun menbaına gitmekti niyetim.
Kendi atama. Kendi kökümün izine.
Ama Ağrı Dağı’nın eteklerine vardığımda başka bir ata çıktı karşıma: Nuh.
Tufanların tanığı, inancın mimarı, ikinci insanlığın başlangıcı sayılan peygamber.
Onun adı dağda, taşta, suda, halkın dilinde yankılanıyordu.
Ve ben, bir kişiye giderken bir mitosa çarptım. Varoluş içinde varoluş yaşadım.
Yol boyunca gözüm camdan dışarıda değil, içerideydi.
Tenhalıkların içinden geçtik.
Suskunluk taş gibi oturmuştu toprağa.
Her şeyin fazla yüksek sesle anlatıldığı bir çağda, bu coğrafya susarak direnmeyi seçmiş gibiydi.
Rehberimiz dağın bir yamacını göstererek dedi ki:
“Nuh’un gemisinin burada karaya oturduğuna inanılır.”
İnançla tarih arasındaki çizgi o an silikleşti.
İnandığımız şey geminin kurtuluş getirdiğiydi;
Ama yaşadığımız şey, hâlâ süren bir boğulmaydı.
_________________
Nuh’un hikâyesi yalnızca tek tanrılı dinlerin değil, bütün bir insanlık tahayyülünün ortak parçası.
Sümerlerin Utnapiştim’i, tufanı atlatıp ölümsüzlükle ödüllendirilir.
Hint mitolojisinde Manu, balığın sırtında geleceğe taşınır.
Tevrat’ta ve Kur’an’da Nuh, inananları gemiye alır; geri kalanlar tufanda yitip gider.
Bütün bu anlatılarda ortak olan bir şey vardır:
Tufan, sadece bir felaket değil; bir elemeyle gelir.
Ve ardından yeni bir düzen başlar.
Ama biz bu düzeni neye göre kuruyoruz?
Ve bu seçim hakkını kim, neye göre elinde tutuyor?
***
Bugünün tufanı su değil.
Bugünün tufanı: savaş, yoksulluk, göç, kimliksizleştirme, dijital hapsoluş.
Ve bugünün gemisi artık taştan değil — veriden, sermayeden, sistemlerden örülüyor.
“Gemiyi bu kez Tanrı değil, sistem inşa ediyor.”
— Zygmunt Bauman'ın ruhuna selamla
Geminin dışında kalmak, eskisi kadar görünür değil artık.
Bu kez boğulma, ekranda olamamakla başlıyor.
Kimi dilinden, kimi yerinden, kimi kimliğinden dolayı binemiyor gemiye.
Ama kimsenin geminin nereye gittiğini sorduğu yok.
Belki de tufan, yönünü kaybetmiş bir kurtuluşun adı artık.
Ve rotasız kalan her gemi, sonunda batmaya mahkûm.
Bir zamanlar inananlar binmişti gemiye.
Şimdi inanıp inanmamak değil, sistemin seni tanıyıp tanımaması belirliyor varlığını.
***
Nuh’un anlatısı bir "ikinci şans" vaadiydi.
Ama biz o şansla ne yaptık?
Yeni düzenler kurduk, ama eski hataları yeniden ürettik.
Yine seçtik, yine dışladık.
Yine kurtulduk — ama yalnızca kendimiz.
Eğer Nuh hepimizin atasıysa, bu ortak soy niçin ortak bir vicdan üretmedi?
Ahmed-i Hani’ye kendi atam diye gittim.
Ama Nuh’un evrensel atalığında kendimi buldum.
Biri ruhumun diliydi, öbürü insanlığın kökü.
Ama ikisi de aynı soruyu taşıyordu içinde:
Kurtuluş gerçekten mümkün mü?
Ve kimler içindir kurtuluş?
***
"Tarihin her döneminde bir tufan yaşanmıştır; asıl mesele, kimlerin kurtulduğu değil, kimlerin unutulduğudur."
Ve şimdi, daha yakıcı bir soru: Bugünün Nuh’u kim?
Devletler mi?
Sermaye mi?
İnanç kurumları mı?
Teknoloji devleri mi?
Yoksa biz mi?
Eğer beklediğimiz gemi hâlâ gelmediyse, belki de biziz kaptanı beklenenin.
Ama bu kez, gemiyi sadece kendimiz için değil, başkası da binebilsin diye inşa etmemiz gerekiyor.
Çünkü: "Eğer yalnızca kendini kurtarıyorsan, sen Nuh değilsin.
Sadece iyi yüzebilen birisin."
***
Ağrı Dağı’nın gölgesinde durdum.
Rüzgâr yüzüme çarptı.
Bir ses geldi içimden, uğultuya karıştı:
Nuh kimi kurtardı?
Ve biz gerçekten kurtulduk mu?
Yoksa hâlâ kendi tufanımızda mı boğuluyoruz?

Yorum Yazın