Krizler, darbeler, OHAL’ler… Saat hep gece yarısına kuruldu. Zincir boynumda değil, belleğimdeydi. Her yeni yasak, her yeni zam zinciri kalınlaştırdı. Çocuklarım büyüyor. Onlara bu defteri bırakıyorum. Çünkü gece yarısı çocukları ya birlikte kalır ya da yok olur. Birlikte yazılmayan defter, yarım kalır.
“Utanırım,
Utanırım fukaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?”
Ahmed Arif
Gece yarısı doğduğum söylenir. Annem yaşasaydı anlatırdı; sirenler çalmış, ışıklar kesilmiş, komşular korkuyla birbirine koşmuş. Ben bilmiyorum. Yalnızca şunu biliyorum: bu ülkede kimse gündüz doğmaz. Hepimiz karanlığın tam ortasında doğduk. Bir nevi “geceyarısı çocukları”yız biz; ve bizim hikâyemiz masal değil, borç defterleriyle başladı.
Çocukluğumda soframız hep eksikti. Somun ekmek dörde bölünürdü. Annem tabağını bana ittirirdi.kış aylarında aldığı ayvayı da derde böler, bir dilimini yedirir kalanı temiz bir mendile sarıp sandığa kaldırırdı. Ertesi gün için…Daha o sofrada öğrenildi: halkın açlığı, yönetenlerin tok karnıydı. Adalet terazisi en çok mutfakta eğrildi.
Mahallemizde bir işçi vardı, maden ocağında göçükte kaldı.Oğluyla aynı sırada oturuyordum. Yoklama alındığında adı geçer, ses çıkaramaz, sıra bir nevi boş kalırdı. Sessizlik bizim ilk ortak yasımız oldu. Nietzsche “acı öğretmendir” der; bizde ders hiç bitmez.
Sonra tarlalar satıldı. Köyün toprağına maden şirketleri girdi. Çiftçi, toprağını kaybetti; köylü göçmen oldu. Tohumun yerini dinamit, sulamanın yerini sondaj aldı. Şehirler susuz kaldı. Barajlar boşaldı, çeşmelerden çamurlu su aktı. Ama gökdelenlerin havuzları doluydu, golf sahaları yeşildi. Bu ülkede suyun bile sınıfı vardı.
Okulların kapısından giremeyen çocuklar vardı. “Çıraklık eğitimi” dediler, MESEM tabelası astılar; o tabelanın altında çocuk işçiler can verdi. On üç yaşında pres makinesine sıkışan, on beşinde şantiyede düşüp ölen çocuklar… Bu ülkenin görünmeyen mezar taşları onlar oldu.
Hastane koridorlarında doğum yapan kız çocukları gördük. Rapora “olgun doğum” yazıldı. Çocukluğu elinden alınan her kız, bir toplumun utancına kaydoldu. Ve minarelerden yükselen fetvalar, bu zulmü meşrulaştırdı. Laikliğe kafa tutan o sesler, bilimi ve özgürlüğü susturmak için en kalın perdeyi çekti.
Ve yenidoğan ünitelerinde ölüme teslim edilen bebekler… Daha nefes alamadan susturulan bir gelecek. O sessizlik, toplumun kulaklarına kurşun gibi işledi. Biz sustukça, ölümleri “olağan” saydılar.
Katiller serbest bırakıldı. Tecavüzcüler “iyi hal indirimi” aldı, kadın katilleri kravat takarak mahkemeden çıktı. Cinayet işleyenler salındı; ama şiir yazanlar, hak arayanlar, pankart taşıyanlar demir parmaklıkların ardında kaldı. Bu ülkenin adalet terazisi, hep canilerin lehine, mazlumun aleyhine eğildi.
Gençliğimde oy verdim. Sandık başında elim umutla titredi. Ama o pusula sermayenin kasasında bozduruluyormuş. Vergi borçları bir kalemde affedildi; bizden ekmeğin, sütün, defter yaprağının vergisi kesildi. Adalet, zenginin kasasında affedildi; yoksulun sofrasında cezalandırıldı.
İşçiler direnişe geçti. Fabrika önlerinde, şantiye kapılarında, maden ocaklarında pankart açıldı. Ve her seferinde barikat kuruldu. İşçinin yumruğu patronun masasına değil, copun gölgesine çarptı.
Deprem sabahı taş taş ellerimizle enkazı kaldırdık, devlet yoktu. Ormanlar yandı, gökyüzü kızıl oldu; kuşlar çığlık attı, dallar çöktü. Ciğerimizmiş o ağaçlar boğulduk. Ormanlar yanarken biz de öldük.
Ve bir Dilek vardı. Adı umut demekti. Lenf kanseriydi. Bir gün bakanın eline uzattığı parayı geri itti. Gözyaşları içinde söyledi: “Çaresizliği hiç tatmamışsınız.”
O an bütün ülkenin açlığı, yoksulluğu, susuzluğu dile geldi. Çok geçmedi, Dilek öldü. Ölüm haberi bir satırla geçti. Bu ülkenin asıl ölümü, onun ağzından dökülen o cümlede gizliydi.
Krizler, darbeler, OHAL’ler… Saat hep gece yarısına kuruldu. Zincir boynumda değil, belleğimdeydi. Her yeni yasak, her yeni zam zinciri kalınlaştırdı. Çocuklarım büyüyor. Onlara bu defteri bırakıyorum. Çünkü gece yarısı çocukları ya birlikte kalır ya da yok olur. Birlikte yazılmayan defter, yarım kalır.
.
.
.
“Bir Gün Mutlaka
Vurulsam kaybolsam derin bir kuyuya,
Yine de bilirim, yine de bilirim
Kurtaracak seni
Bir gün mutlaka…
Alıp götürecekler denizlere, gökyüzüne
Ve güneşe vurulmuş zincirleri kıracaklar,
Bir gün mutlaka.
Zulümün, işkencenin, açlığın, yoksulluğun
Ve ihanetin karanlığında büyüyen çocuklar,
Bir gün mutlaka,
Kalkacak elleriyle toprağı
Ve yeniden ekecekler özgürlüğü
Bu ülkenin bağrına…
Çünkü
Bu dünya sofrasında
Bir tek insanın bile
Aç kalmasıdır ayıbımız,
Bir tek insanın bile
Üşümesidir ayıbımız…
Bir gün mutlaka,
Sevda büyüyecek yüreklerimizde,
Ve bu yürekler bir gün mutlaka
Birleşecek, çoğalacak, taşacak,
Ve kurtaracak seni, beni,
Bizi bir gün mutlaka…”
Ahmed Arif

Yorum Yazın