İktidar sahipleri düşmanlığın bile bir onuru olduğunu unuttu. Cüzzamlı bir bedene sahip olunsa da o zamanlar vicdan ve akıl önce gelirdi; bugünse ihtiras, tahakküm ve cezasızlık birbirine kılıf oldu. Ve işte örneğin en acı haliyle karşımızda durduğu bir gerçek: Çifte kanseri yenen, şeffaf ve sivil siyaset anlayışını savunan bir insan,sadece iktidar hırsının kurbanı olarak, suçsuzluğuna dair hiçbir somut delil olmaksızın, hastane-cezaevi-adli tıp üçgeninde insanlığından ediliyor.
“Kimse bir başkasının yükünü taşıyamaz. Herkes yalnız kendini taşır.”
Herman Hesse, Siddhartha
Dışarıda dünya çürüyen bir kral gibi.
Görkemli, güçlü, gürültülü… ama içi irin dolu.
Dışarıda her gün yeni bir ses, yeni bir çığlık, yeni bir sözde kurtuluş yankılanıyor.
Peki insan, bu gürültünün ortasında kendi iç sesini nereye saklar?
Sabah pencereden dışarı baktım. Hava durgun ama sıcak, insana ağırlık veriyor. Alım gücümüz düşmüş, dışarıda hayat pahalı, içerisi ise sessiz. Evde bir başınayım. Ne televizyon sesi var, ne dışarıdan gelen neşeli bir uğultu. Sadece ben ve kitaplarım. Herman Hesse’nin Bozkırkurdu'nu elime aldım. Sessizliğe bir arkadaş gibi. Birkaç sayfa okudum, sonra durdum. “Ruhunun acılarına dikkat et, çünkü onlar sana yol gösterir.” cümlesi asılı kaldı içimde.
Aynaya baktım. Bana bakan sadece bedenim değildi.
İfadem, bir hükümdarın çürüyen yüzüne benziyordu.
Ama bu çürüme tenimden değil, kelimelerimden sızıyordu.
O kelimelerle kurduğumuz her düzen, adaletin maskesi altında tiranlığa dönüşüyor.
Bedenin sağlam, ama içindeki hakikat çürümüşse, hangi aynaya bakmalısın?
“Non est vivere sed valere vita est.”
(Yaşamak değil, sağlıklı olmak hayattır.)
Herman Hesse der ki, yolculuk dışarıya değil, içeriye doğrudur.
Ama bizim çağımız, yolları haritalarla değil, pazarlama stratejileriyle çizdi.
Herkes bir yolda ama kimse kendi değil.
Kendi nehrini bulamayan her ruh, bir başkasının bataklığına saplanıyor
Cüzzamlı Kral Baudouin IV’ü hatırlıyorum.
Yürüyemezdi ama düşünebilirdi.
Parmaklarını oynatamazdı; lakin halkı için karar alırdı.
Etinin kokusunu taşırdı; ve adaletin yükünü de.
Bugünün hükmedenleri ise sağlam bedenler içinde hastalıklı zihniyetlerin taşıyıcısı.
Görünüşleri sağlıklı, sesleri gür, kelimeleri ölçülü.
Oysa bu bedenler sadece birer kabuk: içlerinde taşıdıkları akıl, iktidarın çıkarına programlanmış, etik ve vicdanla bağı kopmuş bir makineye dönmüş durumda.
Gülüşlerinde merhamet değil, tahakküm arzusu var.
Kararlarında insan değil, hesap.
Bu yüzden her kriz bir fırsata, her muhalefet bir düşmana, her acı sadece bir veri noktasına indirgeniyor.
“Memento mori.”
(Ölümü hatırla.)
Selahaddin ve Baudouin...
Haklılığın sadece kazanmakla değil, yüce davranmakla da ilgili olduğu zamanlar vardı.
Bugünse “düşman” bile strateji metninde bir sayfa başlığı.
Saygı yok, sadece pazar ortaklığı.
Karşıtlar bile aynı sistemin menüsünden seçiliyor.
İktidar sahipleri düşmanlığın bile bir onuru olduğunu unuttu.
Cüzzamlı bir bedene sahip olunsa da o zamanlar vicdan ve akıl önce gelirdi;
bugünse ihtiras, tahakküm ve cezasızlık birbirine kılıf oldu.
Ve işte örneğin en acı haliyle karşımızda durduğu bir gerçek:
Çifte kanseri yenen, şeffaf ve sivil siyaset anlayışını savunan bir insan, sadece iktidar hırsının kurbanı olarak, suçsuzluğuna dair hiçbir somut delil olmaksızın, hastane-cezaevi-adli tıp üçgeninde insanlığından ediliyor.
Tıbbi raporlar tahrip ediliyor, ailesiyle görüşmesi keyfiyetle engelleniyor,
hukuk bir silah gibi kullanılıyor.
Bu bir istisna değil; bu, cüzzamlı bir vicdanın, çürümüş bir aklın ve felç olmuş bir kalbin idaresi.
“Tempus edax rerum.”
(Zaman her şeyi yer bitirir.)
Ölüm artık onurlu savaşlardaki gibi kılıçla değil, alkışla geliyor.
Adalet çığlık çığlığa çöküyor.
Halk, artık yönetenleri meydanlarda değil; zihinlerinde taşıdığı sönük bir isyanla sorguluyor.
Ve bu isyan bir tweet kadar kısa sürüyor.
Sonra?
Yine vaatler, yine unutkanlık.
Hafıza sadece algoritmalarla değil;
alışkanlıklarla, tüketimle,
sürekli dağıtılan dikkatle de öldürülüyor.
Ve şu soru kalıyor geriye: Biz kimiz?
Nerede duruyoruz?
Bedenlerimizle değil, ilkelerimizle var olmayı seçenlerden miyiz?
Yoksa sessizce itaat eden, çürümüş aklın gölgesinde sığınak arayanlardan mıyız?
Döneyim kendime; Kendi içimdeki kralı tanıyorum artık. Bazen egomu, bazen suskunluğumu, bazen isyanımı tahta oturtmuşum. Bir halk var içimde; her gece daha da yoksullaşan, her sabah daha da suskunlaşan. Ve ben, kendi içimdeki cüzzamı inkâr ettikçe, ruhumun Kudüs'ü düşüyor.
İçimize zorla kabul ettirilen hükümdar, bize “boyun eğmek akıllıca” diye fısıldayan ses.
Onun hükmü, her “ama”yla başlayan mazeretimiz, her “zaman böyle gelmiş” çaresizliğimiz.
“Historia magistra vitae est.”
(Tarih, hayatın öğretmenidir.)
Şimdi buradayım. Masamda bir defter, elimde kalem. Bir kral değilim. Bir kurban da. Sadece bir tanık. Ama belki de en çok buna ihtiyaç var artık: Kralların çağında kendi iç sesine sadık kalabilen tanıklara.
Baudouin’in cüzzamlı parmakları halkı için karar alırken titrememişti.
Aklı hâlâ berraktı.
O bir kral bile halkını yaşatabildi bir zamanlar. Bugün ise halklar ölüyor, krallar dimdik ayakta. Çünkü ölüm artık çürümede değil; inkârda. Ve her inkâr, yeni bir çürümeyi doğuruyor.
Yeni arayış dışarıda değil. Yeni arayış biziz. O derin, sessiz, inatçı iç ses. Her gün biraz daha kısılan.
Asla tamamen susturulamayan…

Yorum Yazın