İsrail-İran arasındaki son çatışma dalgası, Ortadoğu’nun jeopolitiğinde sarsıcı etkiler yaratmıştır. Tel Aviv ve Tahran arasındaki bu düello, bölgesel aktörleri taraf olmaya zorlayan bir atmosfer doğursa da Türkiye gibi tecrübesi ve dengeli politikası olan ülkeler için aynı zamanda sınav niteliğindedir. Ankara, hem ilkeli duruşunu sürdürüp savaşa karşı çıkmalı hem de soğukkanlı bir stratejiyle kendi çıkarlarını korumalıdır.
Son Gelişmeler: İsrail-İran Çatışması Alevleniyor
İsrail ile İran arasında uzun süredir “gölge savaşı” şeklinde devam eden gerginlik, Haziran 2025’te açık bir çatışmaya dönüştü. 13 Haziran sabahı İsrail Hava Kuvvetleri, İran’ın başkenti Tahran ve çevresindeki kritik hedeflere kapsamlı hava saldırıları düzenledi. “Yükselen Aslan Operasyonu” adı verilen bu sürpriz saldırılarda İran’ın nükleer tesisleri (özellikle Natanz uranyum zenginleştirme tesisi) ve balistik füze altyapısı vuruldu; İran Genelkurmay Başkanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı gibi üst düzey askeri isimlerin de ilk dalgada öldürüldüğü bildirildi. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, saldırının amacını “İran’ın nükleer silah edinmesini önlemek” olarak açıklarken, İran halkına seslenerek “neredeyse 50 yıldır sizi baskı altında tutan rejim hiç bu kadar zayıf olmamıştı; özgürlüğünüz için ayağa kalkın” mesajı verdi. Bu söylem, İsrail’in sadece nükleer programı durdurmayı değil, İran’da bir rejim değişikliği umudunu da barındırdığını gösteriyor.
İran cephesi misillemede gecikmedi. 13 Haziran akşamı Tahran yönetimi yüzlerce balistik füze ve SİHA’yı İsrail’e doğru ateşlediğini duyurdu. Başkent Kudüs ve Tel Aviv’de sirenler çaldı, patlama sesleri duyuldu. İsrail ordusu, İran tarafından fırlatılan 100’e yakın füzenin çoğunun hava savunma sistemlerince imha edildiğini veya hedefe ulaşmadan düştüğünü açıkladı. İran’ın fırlattığı balistik füzeler, 13 Haziran 2025 gecesi Tel Aviv üzerinde havada imha edilirken kaydedilen bir görüntü. ABD de müttefiki İsrail’i savunmak için devreye girerek İran füzelerinin bir kısmını havada vurdu. Buna rağmen Tel Aviv ve çevresinde bazı füzelerin isabetiyle binalar ağır hasar gördü; ilk belirlemelere göre birkaç kişi hayatını kaybetti, düzinelerce kişi yaralandı. Tahran ise İsrail’in saldırılarında kendi topraklarında onlarca sivilin öldüğünü iddia etti. İran ruhani lideri Ayetullah Hamaney, İsrail’i “savaşı başlatan taraf” ilan ederek bu saldırıların “çok acı verici bir intikamla” karşılık bulacağını duyurdu.
Çatışmalar ilk birkaç gün karşılıklı füze ve hava saldırılarıyla devam ederken tüm bölge diken üstünde. ABD medyasında çatışmanın hemen öncesinde çıkan haberler, İsrail’in İran’a saldırı planını Washington ile paylaştığını ve Tahran’ın olası misillemelerine karşı ABD’nin bölgedeki diplomatik personelini korumak için hazırlık yaptığını ortaya koymuştu. Nitekim ABD, Irak’taki büyükelçiliğini kısmen tahliye edip İsrail’deki personelinin de Tel Aviv dışına çıkmasını yasaklayarak İran’dan gelebilecek füze tehditlerine karşı önlem aldı. Tüm işaretler, İsrail-İran gerginliğinin artık sınırlı vekâlet savaşları eşiğinden çıkarak doğrudan bir sıcak çatışmaya evrildiğini gösteriyor. Bu durum, sadece iki ülkeyi değil tüm Orta Doğu’yu etkileme potansiyeli taşıyor.
Bölgesel Etkiler: Suriye, Lübnan, Irak ve Körfez’e Yansımaları
İsrail ile İran arasındaki bu sıcak çatışma, Orta Doğu’daki diğer cepheleri de hareketlendirme riski barındırıyor. Suriye iç savaşının seyrini İran’ın aktif müdahalesi belirlemişti; ancak son bir yıl içinde İran’ın en büyük bölgesel müttefiki olan Esad rejiminin sarsılması, Tahran’ın Suriye’deki manevra alanını daralttı. Basına yansıyan analizlere göre İran’ın bölgesel vekil güçleri üzerinden misilleme kapasitesi, Suriye’de Beşar Esad rejiminin düşmesi ve Lübnan’daki Hizbullah ile Gazze’deki Hamas’ın İsrail tarafından büyük ölçüde zayıflatılması nedeniyle son dönemde ciddi oranda azaldı. Bu nedenle, geçmişte böylesi bir krizde Suriye veya Lübnan cephesinden eş zamanlı saldırılar beklenirken, şu an İran’ın bölgesel ağının eskisi kadar güçlü olmadığı değerlendirmesi yapılıyor. Yine de Suriye topraklarındaki kalan İran güçleri ve milis gruplar, İsrail hedeflerine saldırı girişiminde bulunabilir ve Suriye’yi bir çatışma sahasına dönüştürebilir. Nitekim İsrail’in Tahran’a saldırısıyla aynı gün Yemen’deki İran yanlısı Husi milislerin fırlattığı bir füze, İsrail kontrolündeki Batı Şeria’da Hebron (El Halil) kenti yakınlarına düşerek bazı sivilleri yaraladı. Bu, çatışmanın coğrafi olarak ne denli genişleyebileceğinin ilk sinyallerinden biri olarak görüldü.
Lübnan cephesinde, İsrail’in yıllardır süren baskısı ve Suriye iç savaşının sonuçları Hizbullah’ı yıpratmış olsa da örgüt tamamen etkisiz değil. Mevcut çatışmada İran, Lübnan’daki Hizbullah üzerinden bir cephe açma seçeneğini şimdilik kullanmadı. Bunun bir sebebi, İran’ın halihazırda doğrudan kendi askeri kapasitesiyle İsrail’e saldırarak misilleme yapmayı tercih etmesi. Diğer yandan Lübnan’da yeni bir savaşın başlaması, zaten derin bir ekonomik kriz içindeki bu ülkeyi felakete sürükleyebilir. Ancak çatışma uzar ve İran köşeye sıkışırsa, Hizbullah’ın İsrail’e roket saldırılarıyla dahil olması ihtimali göz ardı edilmemeli. Benzer şekilde Irak’ta da İran’ın etkili olduğu Şii milis güçleri (Haşdi Şabi gibi gruplar), özellikle Amerikan hedeflerine yönelik saldırılarla krize müdahil olabilir. Zaten ABD, İran’ın füze saldırılarına misilleme olarak “Irak’taki bazı Amerikan üslerinin hedef alınabileceğini” öngörmüş ve Bağdat Büyükelçiliği personelini kısmî tahliye etme kararı almıştı. Nitekim çatışmaların ilk günlerinde Irak’taki Amerikan askerlerinin teyakkuz durumuna geçirildiği, Körfez’deki ABD üslerinde de alarm seviyesinin yükseltildiği bildiriliyor.
Körfez ülkeleri ise İsrail-İran geriliminin en kritik dolaylı muhatapları durumunda. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler, uzun vadede İran’ın nükleer silah sahibi olmasını kendileri için tehdit olarak görüp İsrail’in İran’ı zayıflatmasından memnun olabilirler. Ancak bu memnuniyet, çatışmanın kendi topraklarını ve enerji nakil hatlarını tehdit edecek boyuta ulaşması halinde hızla endişeye dönüşebilir. Özellikle İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatma veya Körfez’de petrol tankerlerini hedef alma senaryosu, Körfez monarşilerini ve küresel ekonomiyi korkutuyor. Nitekim çatışmanın daha ilk 48 saatinde petrol fiyatlarında %10’a varan bir artış yaşandı.
Uzmanlar, eğer kriz derinleşip İran Boğaz’ı kapatırsa petrol fiyatlarının varil başına 150 dolara fırlayabileceği uyarısında bulunuyor. Bu durum, Körfez ekonomilerinin yanı sıra enerjide dışa bağımlı ülkeleri (Türkiye dahil) de ekonomik olarak sarsacaktır. Dolayısıyla Suudi Arabistan, BAE ve Katar gibi aktörler bir yandan İran’ın bölgedeki nüfuzunun kırılmasını sessizce desteklerken, diğer yandan çatışmanın kontrolden çıkmaması için diplomasiye ağırlık verilmesini istiyor. Nitekim Suudi Arabistan’ın arabuluculuk girişimlerini desteklediği, hatta Çin’in öncülüğünde yeni bir müzakere zeminine sıcak baktığı yönünde haberler mevcut. Bölge genelinde, gerginliğin Yemen’den Lübnan’a farklı cephelere sıçramaması ve özellikle körfez enerji arzının kesintiye uğramaması için yoğun bir diplomatik trafik başladı.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde de Moskova ve Pekin, İsrail’i kınayan açıklamalar yaparken Washington yönetimi ise daha temkinli bir tutum sergiledi. Dünya genelinde Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler de benzer şekilde endişe beyan edip taraflara itidal çağrısında bulunuyor. Küresel güç dengesi, bu kriz vesilesiyle Orta Doğu’da bir kez daha kendini hissettiriyor.
Büyük Güçlerin Tavrı: ABD, Rusya ve Çin
İsrail-İran krizinde küresel güçlerin pozisyonu, çatışmanın gidişatını etkileyecek kritik bir faktör. ABD, İsrail’in en yakın müttefiki olarak bu operasyonu zımnen destekledi. Nitekim Trump yönetimi İsrail’in İran’a yönelik hava harekâtına itiraz etmediği gibi, İsrail’in güvenliği için lojistik ve istihbarat desteği sağladı. ABD Savunma Bakanlığı yetkilileri, İran’ın attığı füzelerin bir kısmının Amerikan unsurları tarafından havada imha edildiğini doğruladı. Bununla birlikte Washington, çatışmanın geniş çaplı bir savaşa dönüşmesini arzu etmediğini diplomatik mesajlarla gösteriyor. Başkan Trump, Tahran’a çağrıda bulunarak “bombardımanı durdurup nükleer programı konusunda anlaşmaya dönmesi” halinde İran’ın yıkımdan kurtulabileceğini ifade etti. Yani ABD, bir yandan İsrail’in İran’ın nükleer kapasitesine darbe vurmasına göz yumerken diğer yandan İran’ı müzakere masasına çekmeye çalışıyor. Ayrıca ABD’nin bölgedeki güçlerini korumak için tedbirler aldığı, örneğin Irak ve Körfez’deki üslerini güçlendirdiği ve olası bir İran misillemesine karşı hazır beklediği de gelen haberler arasında. Öte yandan ABD’nin müttefikleriyle (özellikle Avrupa’yla) koordinasyon içinde çatışmanın tırmanmasını önlemeye dönük diplomasi yürüttüğü belirtiliyor. Amerikan yönetimi, İsrail’in bu operasyonunun İran’ı nükleer silah geliştirme yolundan döndürmesini umut etmekle birlikte, açık şekilde bir rejim değişikliği politikasını benimsemiş görünmüyor. Washington, İsrail’e desteğini savunma amaçlı çerçevede tutmaya özen gösterirken, topyekûn bir savaşın küresel dengeleri sarsacağının farkında.
Rusya ise krize bakışında tamamen farklı bir noktada duruyor. Moskova, yakın müttefiki İran’ın hedef alınmasını sert bir dille kınadı ve İsrail’in uluslararası hukuku ihlal ettiğini vurguladı. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, “Rusya, gerginliğin keskin biçimde tırmanmasından endişe duyuyor ve İsrail’in İran’a saldırısını kınıyoruz” diyerek Moskova’nın tavrını ortaya koydu. Rusya Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada ise “Birleşmiş Milletler üyesi egemen bir devlete yönelik sebepsiz askeri saldırı kabul edilemez; İsrail, bu provokatif eylemin tüm sonuçlarından sorumlu olacaktır”denildi. Ayrıca İsrail saldırısının tam da Viyana’da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı toplantısı ve ABD-İran nükleer müzakerelerinin öncesine denk gelmesine dikkat çekilerek bunun diplomatik çözüm çabalarını baltaladığı belirtildi. Bu açıklamalar, Rusya’nın İsrail’in adımını bölgesel istikrarı bozucu ve kendi çıkarlarına aykırı gördüğünü ortaya koyuyor. Nitekim Rusya, İran’ı Orta Asya-Kafkasya enerji ve ulaşım koridorlarının kilit ülkesi olarak görüyor; Tahran’daki rejimin zayıflaması Moskova’nın nüfuz alanını da tehdit edebilir. Putin yönetimi, krizin tırmanmasını önlemek için arabuluculuğa hazır olduğunu da bildirdi. Hatta Başkan Vladimir Putin’in İsrail Başbakanı Netanyahu ile bir telefon görüşmesi yaparak Rusya’nın gerilimi düşürmek amacıyla devreye girmeye hazır olduğunu ilettiği basına yansıdı. Özetle, Rusya diplomatik çözüm çağrısı yapıyor ve çatışmanın daha fazla derinleşmemesi için taraflara “azami itidal” tavsiyesinde bulunuyor.
Çin de benzer şekilde İsrail’in İran’a yönelik askeri harekâtına tepki gösterdi ve uluslararası hukukun ihlal edildiğini savundu. Birleşmiş Milletler nezdinde Çin Daimî Temsilcisi Fu Cong, “İsrail’in İran’a yönelik saldırısını en sert şekilde kınıyoruz. Bu, İran’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne açık bir saldırıdır” diyerek Pekin’in duruşunu açıkladı. Çin Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamalarda da çatışmaların tırmanmasına ve yayılmasına karşı olunduğu, tarafların derhal ateşkese gitmesi gerektiği vurgulandı. Çin yönetimi, Suudi Arabistan-İran yakınlaşmasını sağlayarak bölgede diplomatik nüfuzunu artırmıştı; şimdi de İsrail-İran krizinde “yapıcı rol oynayabileceğini” belirterek arabuluculuk sinyali veriyor.
Pekin, hem enerji güvenliği hem de Kuşak-Yol Girişimi kapsamındaki projelerinin selameti için Ortadoğu’da geniş çaplı bir savaşı istemiyor. Bu nedenle Çin’in çağrısı, “gerginliğin daha fazla tırmanmasını önlemek ve sorunu diyalogla çözmek” yönünde. Özetle, ABD-Israil ikilisinin karşısında Rusya ve Çin, İran’a diplomatik destek vererek İsrail’i frenlemeye çalışıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde de Moskova ve Pekin, İsrail’i kınayan açıklamalar yaparken Washington yönetimi ise daha temkinli bir tutum sergiledi. Dünya genelinde Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler de benzer şekilde endişe beyan edip taraflara itidal çağrısında bulunuyor. Küresel güç dengesi, bu kriz vesilesiyle Orta Doğu’da bir kez daha kendini hissettiriyor.
Türkiye’nin Tutumu: Resmî Açıklamalar ve Politik Yaklaşım
İsrail-İran gerilimi, Ankara’yı da zor bir denklemin içine sokmuş durumda. Türkiye, coğrafi yakınlığı ve her iki ülke ile ilişkileri nedeniyle gelişmeleri yakından izliyor. Çatışmanın patlak vermesiyle birlikte Türkiye, ilk etapta prensipleri doğrultusunda reaksiyon gösterdi: İsrail’in İran’a yönelik hava saldırısını sert bir şekilde kınadı. Dışişleri Bakanlığı 13 Haziran’da yaptığı yazılı açıklamada “İsrail’in İran’a düzenlediği hava saldırısını en güçlü şekilde kınıyoruz” diyerek bu saldırının uluslararası hukukun açık ihlali olduğunu vurguladı. Açıklamada, İsrail hükümetinin bölgeyi istikrarsızlaştıran provokatif politikalar izlediği belirtildi ve “Ortadoğu’da daha fazla kan ve yıkım görmek istemiyoruz. İsrail, daha büyük çatışmalara yol açabilecek saldırgan eylemlerine derhal son vermelidir” ifadeleri yer aldı. Ankara, zamanlaması manidar bir şekilde nükleer müzakere çabalarının olduğu bir dönemde gerçekleştirilen bu saldırının, Netanyahu hükümetinin diplomatik yollarla çözüm istemediğinin kanıtı olduğunu dile getirdi.
Türkiye iç siyasetinde de iktidar kanadı İsrail’e tepki konusunda ortak bir söylem benimsedi. Cumhurbaşkanlığı ve AK Parti sözcüleri, İsrail’in İran’ı hedef alan operasyonunu “bölgeyi ateşe atan vahşi ve barbar bir saldırganlık” olarak niteledi. AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada “İsrail’in bu hukuksuz saldırısının hiçbir meşruiyeti olamaz. İsrail’in saldırganlığı tüm dünya için tehdittir, uluslararası toplum bu zorbalığa karşı somut adımlar atmalıdır” diyerek oldukça sert ifadeler kullandı. Ankara’nın bu sert tepkisi, bir yandan Türkiye’nin ilkesel olarak başka bir ülkenin egemenliğine yönelik saldırıya karşı duruşunu yansıtırken, diğer yandan son dönemde İsrail’le yaşanan siyasi gerilimlerin de etkisini yansıtıyor. Bilindiği üzere Türkiye, 2023 sonbaharında yaşanan büyük İsrail-Filistin çatışmasında (Gazze Savaşı) İsrail’in sert yöntemlerini “soykırım” olarak tanımlamış ve ilişkiler yeniden gerilmişti. Dolayısıyla İsrail’in bu kez İran’a yönelttiği güç kullanımı, Ankara tarafından benzer bir perspektifle değerlendirildi.
Ancak Türkiye’nin açıklamalarında dikkat çeken bir nokta da,çatışmanın bir an önce sona erdirilmesi ve bölgenin topyekûn bir savaşa sürüklenmemesi çağrısı oldu. Dışişleri açıklamasında “Ortadoğu zaten kırılgan, daha derin bir çatışma bölgenin kaldıramayacağı sonuçlar doğurur” denilirken, uluslararası topluma acilen harekete geçme çağrısı yapıldı. Yani Ankara, yalnızca kınamakla kalmadı; aynı zamanda çatışmanın kontrolsüz tırmanışına karşı bir uyarı görevini üstlendi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da liderler düzeyinde diplomatik girişimlere başladığı, İran Cumhurbaşkanı ve Rusya Devlet Başkanı ile telefon görüşmeleri planlandığı belirtiliyor. Türkiye, böylece hem İslam dünyasında ilkesel tutumunu net ortaya koymuş, hem de diplomasiyle sorunun çözümüne katkı sunma niyetini göstermiş durumda.
Öte yandan, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin son yıllarda geçirdiği dalgalanmalar, bu krizde Ankara’nın manevra alanını etkiliyor. 2022’de normalleşme adımlarıyla karşılıklı büyükelçiler atanmış olsa da 2023 Gazze olayları sonrasında yeniden mesafe oluşmuştu. Şimdi İran’ın hedef olduğu bu tabloda, Ankara’nın Tahran’la görece iyi ilişkileri (enerji iş birliği, ticaret, Suriye dosyası gibi konulardaki diyalog) ve İsrail’le sınırlı da olsa devam eden diplomatik kanallar göz önüne alındığında, Türkiye kendini iki taraf arasında bir denge noktası olarak konumlandırmaya çalışıyor. Nitekim Cumhurbaşkanlığı kaynakları, Türkiye’nin gerilimin düşürülmesi için gerekirse ara buluculuk yapabileceğini, her iki tarafla da konuşabilen nadir ülkelerden biri olduğunu vurguluyor. Türkiye’nin bu çok yönlü diplomatik konumu, ileride çatışmayı sonlandıracak bir diyalog zemininin oluşmasında rol oynayabilir.
Realpolitik çerçevede yürütülecek çok boyutlu bir diplomasi, Türkiye’nin bu krizden güçlenerek çıkmasını sağlayabilir. Unutulmamalı ki, Ortadoğu’da kalıcı düşmanlıklar kadar kalıcı çıkarlar da yoktur. Önemli olan, değişen dengelere uyum sağlayıp ulusal menfaati maksimize edecek hamleleri yapabilmektir.
Realpolitik Perspektiften Türkiye: Ne Yapmalı?
Türkiye, İsrail-İran krizinde duygusal tepkiler yerine kendi ulusal çıkarlarını merkeze alan bir realpolitik strateji izlemek zorunda. Mevcut durumda Ankara’nın söylem düzeyinde İran’dan yana tavır alması anlaşılır olsa da, uygulanacak politikaların rasyonel bir hesapla belirlenmesi gerekiyor. İşte Türkiye için realpolitik çerçevede bazı öneriler ve öncelikler:
1. Diplomatik İnisiyatifi Ele Alma: Ankara, gerilimin tırmanmasını önlemek için arabuluculuk rolüne soyunabilir. Türkiye, bölgede hem Tahran hem Tel Aviv ile doğrudan iletişim kurabilen ender aktörlerden biri konumunda. Rusya-Ukrayna savaşında başarıyla üstlendiği arabuluculuk misyonu, benzer şekilde bu kriz için de model olabilir. Elbette İsrail ile bozulan ilişkileri tamir etmek kolay olmayacaktır; ancak perde arkasında sessiz ve etkili bir diplomasi yürütmek mümkündür. Türkiye’nin burada “itidal çağrısı yapan taraf” olarak öne çıkması, uluslararası prestijini artırabilir. Realpolitik gereği, sessiz diplomasiyi tercih ederek açıkça taraf olmadan taraflarla konuşabilmek, ileride hem Washington hem de Tahran nezdinde Ankara’ya puan kazandıracaktır. Bu çabanın başarılı olabilmesi için Türkiye’nin özellikle ABD ve İsrail’e, krizin büyümesinin kimsenin çıkarına olmadığını anlatması; İran’a da uluslararası hukuk zemini içinde kalarak misillemelerini sınırlaması yönünde telkinde bulunması gerekir. Kısacası Ankara, “yangını söndürecek itfaiyeci” rolünü oynamaya çalışmalıdır.
2. Ekonomik ve Enerji Alanında Tedbirler: İran-İsrail çatışması uzarsa en büyük darbelerden biri ekonomik cephede hissedilecektir. Türkiye, petrol ve doğalgazda büyük oranda ithalata bağımlı bir ülke olarak, yükselen enerji fiyatlarından doğrudan etkilenir. Şu an bile Brent petrol fiyatlarındaki artışın %10’u bulması, Türkiye ekonomisine enflasyon ve cari açık baskısı yaratmaya başladı.
Bu nedenle Ankara, enerji arz güvenliğini sağlamak için acil eylem planları hazırlamalı. Alternatif tedarikçilerle (Azerbaycan, Irak Kürt Bölgesi, Suudi Arabistan vb.) anlaşmalar yaparak olası bir İran kaynaklı arz sıkıntısına karşı stoklarını artırmalı. Ayrıca enerji fiyat sübvansiyonları ve piyasa istikrarını koruyucu önlemlerle iç piyasayı korumaya çalışmalı. Orta vadede ise İran’a bağımlılığı azaltacak enerji projelerine hız verilmesi kritik. Örneğin, Doğu Akdeniz gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması projesi veya Türkmenistan gazının Hazar geçişli bir hatla Türkiye’ye ulaştırılması gibi alternatifler yeniden gündeme alınabilir. Realpolitik bakış açısıyla Türkiye, bu krizi enerji koridorlarını çeşitlendirmek için bir fırsat olarak da görebilir.
3. Bölgesel Güvenlik ve Askerî Hazırlık: Çatışmanın daha geniş bir savaşa dönüşmesi halinde Türkiye’nin güvenlik ortamı da etkilenecektir. Özellikle sınır komşusu Suriye’de durumun belirsizliği, Irak’ta milislerin harekete geçme ihtimali ve İran’ın muhtemel asimetrik yanıtları (siber saldırılar, terör eylemleri vb.) Türkiye’yi teyakkuzda olmaya zorluyor. Bu nedenle Türk güvenlik birimleri, özellikle İran bağlantılı grupların Türkiye içindeki veya yakın çevresindeki faaliyetlerine karşı istihbarat takibini artırmalıdır. Aynı şekilde, NATO üyesi bir ülke olarak Türkiye, ittifakın doğu kanadında istikrar unsuru olma görevini sürdürmeli. ABD’nin İran’a karşı bölgedeki hava savunma kabiliyetini artırma hamlelerine (örneğin Körfez’de Patriot bataryaları konuşlandırması gibi) Türkiye gerekirse lojistik destek verebilir, ancak doğrudan askerî bir çatışmaya taraf olmaktan kaçınmalıdır. Realpolitik olarak bakıldığında, Türkiye’nin askerî angajmandan uzak, savunma odaklı bir duruş sergilemesi en doğru yaklaşım olacaktır.
4. Uluslararası İttifaklar ve Denge Politikası: İsrail-İran krizi, Ankara’nın geleneksel dengeleme siyasetini ciddi bir sınavdan geçiriyor. Bir tarafta NATO müttefiki ABD’nin ve bölgesel ortak İsrail’in beklentileri, diğer tarafta komşu ve önemli bir ticaret ortağı olan İran’la ilişkiler var. Türkiye’nin bu süreçte tek taraflı bir tutum alması, uzun vadede çıkarlarına zarar verebilir. Örneğin İran’a yönelik yaptırımların sıkılaşması gündeme gelirse, Ankara bu konuda Batı ile tamamen ters düşmemeye dikkat etmeli; zira geçmişte ABD yaptırımlarını deldiği iddiasıyla karşılaştığı problemler hafızadadır. Aynı zamanda, İran’la ekonomik bağları da tamamen koparmak Türkiye’ye yaramaz. Bu ikilemde Türkiye’nin çok yönlü denge politikasını sürdürmesi gerekiyor. Yani ne Tahran’la köprüleri atmalı, ne de Washington’la. Bunun yolu da şeffaf ve ilkesel bir diplomasiyle her iki tarafa da duruşunu anlatmaktan geçiyor. Türkiye, uluslararası hukuk ve bölgesel barış vurgusuyla konumunu gerekçelendirebilir. Ayrıca kriz nedeniyle NATO içinde doğabilecek tartışmalarda (örneğin İsrail’e destek vermek isteyen üyeler vs. İran’a yakın duran tutumlar) Türkiye yapıcı bir rol oynamalı, İttifak’ı bölünmeyecek şekilde ortak paydada tutmaya çalışmalıdır. Özetle, realpolitik gereği Ankara, Batı ile Doğu arasında arabulucu ve dengeleyici pozisyonunu korumaya odaklanmalıdır.
5. Fırsatları Değerlendirme: Her kriz, bazı fırsatlar da doğurur. İran’ın bu çatışma nedeniyle zayıflaması ihtimali, bölgede yeni güç boşlukları oluşturabilir. Türkiye, tarihi rakibi İran’ın zayıflamasını izlemenin ötesinde, ortaya çıkacak yeni jeopolitik imkanlara hazırlanmalı. Örneğin İran’ın içeride zayıflaması, Güney Kafkasya ve Orta Asya’da Türkiye’nin etkinliğini artırması için bir fırsat sunabilir.
Azerbaycan ile yakın müttefiklik ilişkisi malum; İran’daki Azerbaycan Türklerinin durumunun gündeme gelmesi, Tahran’ın iç baskı altında kalması gibi gelişmeler Ankara-Bakü lehine sonuçlar doğurabilir. Ayrıca İran’ın Suriye ve Irak’taki etkisinin azalması, bu ülkelerde Türkiye’nin elini güçlendirebilir. Realpolitik bakışla Türkiye, bölgesel güç boşluklarını dolduracak adımları önceden planlamalıdır. Bu, askeri değil diplomatik ve ekonomik nüfuz artırıcı hamleler şeklinde olmalıdır. Örneğin, uzun zamandır askıda olan Bölgesel İşbirliği Platformları (Ortadoğu’da güvenlik ve işbirliği teşkilatları gibi) Türkiye öncülüğünde yeniden gündeme getirilebilir. Böylece Türkiye hem barış çabasında inisiyatif alır hem de kendi liderlik kapasitesini göstermiş olur.
Sonuç olarak, İsrail-İran arasındaki son çatışma dalgası, Ortadoğu’nun jeopolitiğinde sarsıcı etkiler yaratmıştır. Tel Aviv ve Tahran arasındaki bu düello, bölgesel aktörleri taraf olmaya zorlayan bir atmosfer doğursa da Türkiye gibi tecrübesi ve dengeli politikası olan ülkeler için aynı zamanda sınav niteliğindedir. Ankara, hem ilkeli duruşunu sürdürüp savaşa karşı çıkmalı hem de soğukkanlı bir stratejiyle kendi çıkarlarını korumalıdır. Realpolitik çerçevede yürütülecek çok boyutlu bir diplomasi, Türkiye’nin bu krizden güçlenerek çıkmasını sağlayabilir. Unutulmamalı ki, Ortadoğu’da kalıcı düşmanlıklar kadar kalıcı çıkarlar da yoktur. Önemli olan, değişen dengelere uyum sağlayıp ulusal menfaati maksimize edecek hamleleri yapabilmektir.

Yorum Yazın