“Bir Zamanlar Varoluşçuluk Rüzgarları eserdi…” başlıklı yazımızda ülkemiz aydının son yıllarda felsefeye önem vermeğe başladığını belirtmiştik. Felsefe rüzgarlarından çok önce sosyoloji alanında cidi bilimsel çalışmalara aşinaydık. Ziya Gökalp’in etkisiyle güçlü bir Auguste Comte-Durkheim ekolü oluşmuştu.Marksizmin serbestçe konuşulmaya başlanması ve Max Weber’in alana girmesiyle birlikte ülkemizin değerli ve etkili sosyologları bilim arenasına dikkat çeken yorumlar getirdiler.
Sosyolojinin felsefenin çatısından ayrılıp bağımsız bir bilim haline gelmesi XIX. Yüzyılın başlarına dayandırılmaktadır. Oysa , Batılılar kabul etmese de Tunuslu Müslüman düşünür İbni Haldun(1332-1406) sosyoloji hatta sosyal psikolojinin gerçek kurucusudur. Kuruculuk ünvanında tereddüt etmiş olsalar da ünlü eseri Mukaddime 1868’de Fransızcaya çevrilmiş ve hemşerisi Tunus doğumlu Fransız sosyolog Gaston Bouthoul’un 1930 yılında yazdığı “İbn-Khaldoun: Sa Philosophie sociale-İbni Haldun’un Sosyal Felsefesi” adlı eseriyle birlikte üstat dünya toplumbilim tarihinin önemli isimleri arasında yer almıştır.
Somut verilere bağlı bilimsel analizlere itibar etmeyip dualarla sosyal ve siyasal sorunları çözeceğine inanan tutucu İslam çevrelerinin zaten sosyal bilimler kavramından haberi yoktur.Yürekten inanan bir Müslüman olmasına rağmen İbni Haldun yobaz safsatalarına sırtını çevirip değişik kavimlerin yaşam tarzını bizzat yerinde inceleyerek çalışmalarını bilimsel temellere oturtmuştur. Osmanlı aydınları arasında XIX. yüzyılda kısmi çeviri ve atıflara rastlasak da Mukaddime’nin Fransadan takriben 80 yıl sonra ,1954’de Türkçeye kazandırılması "Müslüman Türkiye” açısından düşündürücüdür.
İbni Haldun’un “kavimlerin kimliği” kuramını ana hatlarıyla açıkladıktan sonra Türk-İslam dünyası bağlamında analiz yapmaya çalışalım.
Üstat diyor ki ulus, aşiret, “devlet” kimliklerinin oluşumunda başat etmen o toplumun yaşam biçimi ve coğrafi etmenlerdir. Ana hatlarıyla insanlar göçebe toplum (bedevi) ve yerleşik toplum (medeni) yaşam biçimiyle tarihsel süreçte yer alırlar. Uzun yol alabilme özelliğini haiz at ve deve sırtında ganimet peşinde koşan “bedeviler” önlerine gelen “medineyi- kenti” zapt edip oraya yerleşirler. Daha sonra başka bir göçebe, savaşçı kavim gelir aynı operasyonu gerçekleştirir. Arkasından bir başkası, bir başkası, yenisi tarihin akışını belirler..… Bu döngüsel süreç içinde toplumsal yaşam devam edip gider.
Göçebe toplumun insanı merttir, dürüsttür, cesurdur, yalan dolan bilmez. Toplumu yöneten lider, şef, başbuğ da o topluma layık konumda adil ve ahlaklıdır.O denli sevilir ki , üstadın tabiriyle “asabiye bağı” diye adlandırılan dayanışma bilinci “şefin yarattığı otoriteye” mutlak bağlılık ruhunu yaratır. Bugünün tabiriyle karizmatik lider babadır, atadır, yanılması olanaksızdır, tebasına kol kanat gerer… Göçebe toplumda yaşayanlar ideal insanın prototipidir ama yerleşik toplumu zapt ettikten sonra rehavete kapılacak, zahmetsizce dünya nimetlerinden yararlanacak, zamanla yozlaşıp “medenileşecektir(!)”.
Yerleşik toplumun insanı medeniyetin sağladığı rahatlığı sürdürmek için çıkarlarını ön plana alma psikozu içine girer. Yalan söyler, dolandırıcı, üç kağıtçı ve düzenbazdır Asabiye bağı zayıflamış, yönetecisi de “böyle başa böyle tarak” konumuna gelmiştir. Eskinini yöneticisi yoktur artık,”asabiye bağı”,”karizmatik şefin otoritesi” uzaklarda kalmıştır. Harala gürele bir siyaset ortalığı hallaç pamuğuna çevirir. Düzen ve dayanışma tavsar, asabiye bağı ve gönülden bir saygıyla itaat edilen şef otoritesi aksamaya başlar. Medeni toplumun ahlaki erdemleri zayıflamış buna mukabil sanat, edebiyat, bilim, mimarlık ve “felsefeye” ilişkin eserler ön plana çıkmıştır. Medeni insan imanının yüceliğini ortaya koyan muhteşem ibadethaneler inşa etmeli, güzel ve rahat mekanlarda oturmalı; müzikle, sanatla ruhunu dinlendirmelidir.
İbni Haldun’a kulak verdikten sonra Türk-İslam uygarlığının serencamına bakalım…
Hz. Muhammet’e bağlılığın ve heyecanın zirveye ulaştığı ilk dönemlerden kısa bir süre sonra dayanışma (asabiye bağı)bağı zayıflar ve Mekke-Kureyş aşiretin kurucu iki ailesi, Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları arasında sürtüşme başlayıp yüzyılları etkiler.Saygın ve yüce “şef otoritesininin” yerini “Halife-i Rüy-u Zemin -Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” deyimi alır. Hilafetin 1517’de İstanbul’a taşınmasından sonra, zorunlu kural Kureyş aşiretine mensupluk olsa da Osmanlı Padişahları bu sıfatı duymazlıktan gelirler.
İslam dininin güçlenip yayılma sürecinin başlangıç döneminden hemen sonra göçebe- fütuhatçı konumdaki Türk ve Çerkezlerin askeri kadroya alınmasıyla birlikte Uzak Asya’dan, Anadolu’ya kadar büyük imparatorluklar kurulmuştur.Köklü ve önemli kültür, bilim, sanat birikimlerinin mirasçıları olan Mezopotamya ,Mısır, Pers “medinelerini” fetheden savaşçı güçler, İbni Haldun’un dediği gibi bu “medeniyetlerin”görkemli miraslarınını özümsemiş ve bilimde, sanatta, felsefede yeni keşifler, yeni buluşlara imza atmıştır. Hristiyan Avrupa Orta Çağın karanlıkları içinde bocalarken İslam Alemi El Kindi, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt, El-Harizimi, İbnü’l Heysem gibi bilim, kültür insanları ve filozoflarla dünyayı aydınlatmıştır.
Tıpkı üstadın belirttiği gibi zamanla rehavet başlar, entrikalar devreye girer, dürüstlük ve erdemin yarattığı “asabiye bağı” zayıflar sıkıntılar vahim sonuçlar doğurur. Emevilerin ömrü 90 yıl gibi kısa bir sürede sona erdikten sonra Abbasiler döneminde ”bedevi”kökenli askerlerin de yer aldığı taht kavgaları imparatorluğu zayıflatır.Kültür ve bilim üretmek, dünya çapında düşünür ve bilim insanı yetişmesine tanık olmak Haçlı Seferlerine kadar sürmüştür. 1258 yılında savaşçı Moğolların Bağdat’ı zapt etmesiyle birlikte yeni bir döneme geçilir.
Artık İslamın bayraktarlığına göçebe kökenli Türkler sahiplenmiştir. Selçuklu hükümdarları Mezopotomya-İran ve Arap-İslam uygarlık ve kültürünün sentezinin “medinelerini” yönetmeye başlarlar. İki yüzyıl kadar süren bu yerleşiklik Moğol istilalarıyla dağılır. Moğol istilaları nedeniyle Anadolu’ya gelip yeni vatan arayışları içindeki Osmanlılar göçebe- fütuhatçı kimliklerini sürdürmekteydiler. Fethettikleri Bizans “medineleriyle” uyum sağlamakta, yerleşik kültürün olanaklarından yararlanmaktaydılar. Kuruluş döneminde “asabiye bağı” Fetret Dönemine (Otorite Boşluğu-1402-1413) kadar devam etmiştir.
İstanbulun fethi, oradan Viyana kapılarına kadar gidilirken “yerleşik toplum” yapılanması içerisine girilmiş ve bu coğrafyaların kültür, sanat, mimari ve müziğiyle ırksal ve kültürel alaşımlar oluşturulmuştur. Yerleşiklik sağlanmış ama Abbasilerde olduğu gibi bilimsel bir şahlanış yaşanmamıştır. İbni Haldun paradigmasının açısından durumu irdelersek göçebelik- “fütuhatçılık” bedevilikten medeniliğe geçip geçilmediğinin üzerinde durmak gerekiyor. Sürekli savaşılmış, sefere çıkılmadığı zaman yeniçeri başkaldırıp hünkarı harekete geçmeğe zorlamış. Yani sevgiye bağlı “asabiye bağı” diye bir şey kalmamış, yerini entrikalar almıştır… Ailesi ve köklerinden uzaklaştırılan devşirme kulların, kapıkullarının ulufe ve ganimet ana geçim kaynağıydı. “Muhteşem Yüzyılda” Osmanlı İmparatorluğu denizlerin ve üç kıtanın hakimi olarak dünyanın en güçlü devletlerinden biriydi. Öyleydi de, Abbasilerde olduğu gibi dünya çapında bilim adamları yetiştirememiş, böyle bir kaygı da duymamıştı. Savaş teknolojisi geliştirilsin yeter de, artar da… Fütuhata bu gerekli… Öyle anlaşılıyor ki bir yandan fütuhatçılık sürdürülmüş, öte yandan yerleşik toplumun keyifli yaşamının getirdiği rehavette bilim akıllarının ucuna dahi gelmemiş. Hallac-ı Mansur, İbni Arabi kökenli özgürlükçü, hümanist tasavvufun yerini Kahire’den gelen tutucu akımların İslam yorumu almış.Yerleşik toplumun nimetleri sanat, edebiyat, şiir ve müzikte zirveye ulaşılmış ama bilim adamı yetişmemiştir.
Oysa aynı dönemlerde Avrupa rönesansı, akıl çağını yaşıyor, sanayi devrimini gerçekleştirecek, Leonardo da Vinci, Copernicus, Galileo, Kepler, Newton, Descartes, Torricelli, James Watt, Volta (Volt) gibi bilim insanlarını yetiştirecek. Buharlı makineden tutun, elektriğin değişik alanlarda kullanılması, bilgisayar çağı, yapay zekaya kadar geliş, telefon, radyo, tv hepsi onların eseri. Batı dünyasının gaddarlığı, keşfettikleri yeni kıtalardaki eziyet ve vahşetleri felaketten öte zulümün dik âlâsıydı… Ne var ki onlar “ganimeti bilim ve yatırıma dönüştürmeyi becermiş” biz ise matbaayı 150 yıl sonra ülkeye getirmişiz. Katip Çelebi gibi bilimsel çalışmalar içinde olan insanlarımızdan, çiçek aşısının keşfinden söz edebiliriz, ama yukarıda isimlerini saydığımız mucit ve doğa kanunlarını keşfeden bilim insanlarının adını veremiyoruz.
İbni Haldun’un muhteşem analizleri “kavimlerin” kitle psikolojisi, sosyo-ekonomik yapıları, kimlik ve aidiyetlerini anlamada önemli bir paradigmadır.

























Yorum Yazın