Thomas Mann’ın Alman kültürüne yönelik geliştirdiği eleştiri ve Hannah Arendt’in ahlaki banallik ve kötülüğün sıradanlığı gibi kavramlar ile oluşturduğu düşüncesi şu soru üzerine düşünmemiz için bize bir zemin sunar: Şairlerin ve düşünürlerin insanları nasıl oldu da yargıçların ve cellatların insanlarına dönüştüler?"
Thomas Mann'ın 29 Mayıs 1945 tarihinde Washington’daki Kongre Kütüphanesi’nde gerçekleştirdiği Almanya ve Almanlar başlıklı konuşması, Alman kimliğine dair kültürel, psikolojik ve felsefi çerçeveden yapılmış bir öz eleştiridir. Adolf Hitler’in intiharı ve Almanya’nın koşulsuz olarak teslim olmasının hemen ardından yapılan bu konuşma, Almanların kendi kimlikleriyle yüzleşmesi gerektiği fikrini merkeze alır. Mann, konuşmasında Alman kültürünün tarih içinde nasıl evrildiğini, bu kültürel birikimin nasıl olup da bir totaliter rejime entelektüel ve duygusal zemin hazırladığını sorgular.
Mann’ın konuşmasının temelinde, Alman karakterine içkin olan bir içsellik (Innerlichkeit) kavramı yer alır. Mann içselliği, yalnızca bireysel bir psikolojik eğilim değil, kolektif bir kültürel tavır olarak da tanımlar. Bu anlayış, Adorno ve Horkheimer’in Mann’ın konuşmasından bir sene önce, 1944 yılında yayınladıkları "Aydınlanmanın Diyalektiği"nde geliştirdikleri kültürel otorite eleştirisiyle benzerlik gösterir. Alman iç dünyasına özgü romantik irrasyonalizm, aydınlanmanın rasyonel özünü tahrip ederek, mitosun yeniden üretilmesine zemin hazırlamıştır. Adorno'nun tanımladığı gibi, kültür endüstrisi bu irrasyonel eğilimleri kitlesel manipülasyonun bir aracı haline getirir. Mann’a göre bu içselliğin çarpıcı bir sonucu, Alman toplumunun irrasyonel ve duygusal etkilenmelere karşı açıklığıdır. Bu da, Nazi rejiminin karizmatik lider kültü, mitolojik tarih anlayışı ve düşmanlaştırıcı propagandasıyla kolayca etkileşime girmesini sağlamıştır. Romantik duyarlığın derinleşmesi, halkın eleştirel akıldan uzaklaşarak duygusal ve ideolojik teslimiyet içine girmesini kolaylaştırmıştır.
Thomas Mann, söz konusu konuşmasında Alman halkının tarihsel olarak politikaya mesafeli duruşunu eleştirmektedir. Alman kültüründe politikaya yüklenmiş olan ahlaki kirlenmişlik niteliği, siyasal katılımın meşruiyetini zedelemiş, kamusal alanın etik bir sorumluluk alanı olarak görülmesini engellemiştir. Hannah Arendt, totaliter rejimlerin, bireyleri yalnızlaştırarak onları siyasal alandan kopardığını ve böylece kitleleri mutlak bir ideolojik yapıya boyun eğmeye zorladığını savunur. Mann’a göre de Alman halkı politikayı bir yozlaşma alanı olarak algılamış, bu da onu totaliterliğe karşı dirençsiz bırakmıştır.
Thomas Mann, konuşmasında Protestan geleneğin, özellikle Martin Luther’in fikirlerinin, politik edilgenliği nasıl beslediğini açıklar. Luther’in seküler otoriteye itaat vurgusu, Almanya’da siyasal meşruiyetin sorgulanmasını engellemiş, bireyi Tanrı ve vicdan karşısında sorumlu kılarken, dünyevi otorite karşısında edilgenleştirmiştir. Bu kültürel kod, Nazi Almanyası’nda "Führer'e itaat" ilkesiyle yeniden üretilmiştir. Bu durum halkın siyasal sorumluluktan kaçmasını beraberinde getirmiştir.
Thomas Mann’ın konuşmasında değindiği kültürel çözümlemesinde Martin Luther ve Johann Wolfgang von Goethe yalnızca tarihi şahsiyetler değil, aynı zamanda Alman ruhunun iki zıt kutbunu temsil eden sembol isimlerdir. Luther, bireysel vicdanın önemini vurgularken, dünyevi otoritenin mutlaklığını da savunmuştur. Bu çelişki, Alman kültüründe ahlaki sorumluluğun bireysel düzeyde derinleşmesine karşın, kolektif siyasal sorumluluğun zayıflamasına neden olmuştur. Mann’a göre akıl ve sezgiyi, doğa ve insanı birleştiren Goethe, kültürel anlamda Alman kimliğinin daha yapıcı yönünü temsil eder. Bununla birlikte Goethe'nin evrenselciliği Alman kültüründe bir siyasal alanın oluşmasına engel olabilecek bir apolitikliği içermektedir.
Thomas Mann konuşmasında kolektif suçluluğa vurgu yapar. Nazi rejiminin işlediği suçlar, yalnızca siyasi liderliğin değil, bu rejimi doğuran ve işleyişinde ona sessiz kalan kültürel yapının da sorumluluğundadır. Mann, bireysel ve toplumsal düzeyde ahlaki bir muhasebenin elzem olduğunu düşünmektedir. Ona göre, özeleştiri yalnızca geçmişin kınanması değildir. Alman halkının geçmişini anlaması ve kendisiyle yüzleşmesi zorunludur.
Arendt’e göre kötülük, yalnızca radikal bir nefret, derin bir şeytani irade ya da fanatik bir sapkınlık sonucu ortaya çıkmaz. Sıradan insanlar, üzerinde düşünmeden, eleştirmeden kendilerine verilen emirleri uyguladıklarında veya parçası oldukları düzenin getirdiği görevleri sorgulamadan yerine getirdiklerinde çok büyük kötülüklerin failleri olabilirler.
Bu yaklaşım, Hannah Arendt’in Eichmann Davası’na dair yaptığı analizle örtüşür. Arendt, kötülüğün sıradanlığı kavramıyla, bireylerin bilinçli bir kötülük niyeti olmaksızın sistemin pasif yürütücüsü olabildiğini göstermiştir. Mann’ın işaret ettiği kültürel pasiflik ve sorumsuzluk, Arendt’in metinlerinde temas ettiği ahlaki banallik kavramı ile benzeşmektedir. Ahlaki banallik, bir bireyin kendi eylemlerinin ahlaki ağırlığını kavrayamaması, yaptığı eylemlerin etik sonuçları üzerinde düşünmemesi, ahlaki sorumluluk duygusunu mekanik itaat veya kuralcılık içinde kaybetmesi durumudur. Mesele, kişinin büyük bir ahlaki çöküş yaşaması değil; kişinin gerçek bir ahlaki hesaplaşmaya girmemesi, davranışlarının iyi mi kötü mü olduğuna dair ciddi bir düşünce yürütmemesidir.
Hannah Arendt, Nazi dönemi suçlularından biri olan Adolf Eichmann’ın 1961 yılında Kudüs'te yapılan davasını gazeteci olarak izlemiştir. Eichmann, Nazi Almanyası'nda Yahudilerin toplanması ve yok edilmesi sürecinin örgütlenmesinden sorumlu bir bürokrattı. Yani doğrudan Holokost’un teknik işleyişinin merkezinde yer alıyordu. Arendt, davada Eichmann’ın kişiliğini beklediği gibi, bir canavar veya derin bir şeytani kötülüğün temsilcisi olarak değil; son derece sıradan, vasat, düşünme kapasitesi zayıf, bürokratik kurallara körü körüne bağlı biri olarak gözlemledi. Şaşırtıcı olan, Eichmann’ın doğrudan nefret dolu biri olmaması, ideolojik olarak fanatik bile görünmemesiydi. Nazi iktidarının bürokratı yalnızca emirleri uygulamış ve görevini yerine getiren bir memur gibi davranmıştı. Arendt’e göre kötülük, yalnızca radikal bir nefret, derin bir şeytani irade ya da fanatik bir sapkınlık sonucu ortaya çıkmaz. Sıradan insanlar, üzerinde düşünmeden, eleştirmeden kendilerine verilen emirleri uyguladıklarında veya parçası oldukları düzenin getirdiği görevleri sorgulamadan yerine getirdiklerinde çok büyük kötülüklerin failleri olabilirler. Kötülük, olağanüstü bir irade eksikliğiyle, yani düşünmeme, başkalarının yerinde kendini koymama, eylemlerinin sonuçlarını tasavvur etmeme haliyle büyüyebilir ve kitleselleşebilir.
Thomas Mann’ın Alman kültürüne yönelik geliştirdiği eleştiri ve Hannah Arendt’in ahlaki banallik ve kötülüğün sıradanlığı gibi kavramlar ile oluşturduğu düşüncesi şu soru üzerine düşünmemiz için bize bir zemin sunar: Şairlerin ve düşünürlerin insanları nasıl oldu da yargıçların ve cellatların insanlarına dönüştüler?"
Bu yazı, Hayalperest Yayınevi tarafından önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan “Nazi Almanyası’nda Kültür ve Sanat” başlıklı kitabımdan bir alıntıdır.

Yorum Yazın