Üniversiteleri sıradan olan ama araştırmada ileri giden toplum bulmak kolay değil, belki de mümkün değil. Dolayısıyla, şayet üniversitelerimizin dünya klasmanında daha ön sıralarda yer almasını istiyorsak, yapacaklarımızı sadece üniversitelerle sınırlı tutmamak, bir toplumda araştırmaya verilen önemle ve bu faaliyete ayrılan kaynaklarla ilgilenmemiz gerekiyor.
Gazetede bir haber. Çin’deki bir kurumun yaptığı değerlendirmelere göre araştırma konusunda Türkiye’den dereceye giren ilk kurum 501. sıradan İstanbul Üniversitesiymiş. İlk binde diğer bazı kurumlar da yer alıyor ama ilk kurumumuzun bile yeri ilk beş yüzden sonra geliyor. Ben başka bir öneride bulunacağım. Tıp fakültelerini çıkarın ve ondan sonra ülkemizi derecelendirin, durumun daha da felaket olduğunu göreceksiniz. Neden derseniz, tıp alanında hastalardan doğrudan akan bilgiler var, doktorlarımız hastalara ilişkin olarak hastanenin topladığı bilgileri işleyerek uluslararası yayınlar yapabiliyorlar.
Böyle tabii bir bilgi akışının olmadığı alanlara geçtiğiniz zaman, ya da başka bir ifade ile, doğrudan hocalar ya da çalışanlar tarafından araştırma ve yayın yapılması söz konusu olunca, yüksek öğretim kurumlarımızın daha da geride kaldığını göreceksiniz. Şaşırmanıza gerek yok, yakın zamana kadar bizde lisans ötesi çalışmalar, ki önemli araştırmalar bu aşamada gerçekleştiriliyor ve yayınlanıyor, yok denecek kadar azdı. Evet, asistanlar vardı, bunlar doktora yapıyorlar, bilahare doçentlik sınavına filan da giriyorlardı ama genel kural “tekkeyi bekleyen çorbayı içer” niteliğindeydi. Bir kürsüde asistan olan genç arkadaşlar tüm sınav kağıtlarını okurlar, hocaların yazdıkları kitapların tashihini yaparlar, hatta bazen büyüklerin şahsi işlerine dahi koşarlardı. Bir süre sonra, artık arkadaşlarımızın doktor olma vakti geldi diye bir kanaat oluşur, genç asistan arkadaşımızın bir doktora tezi yazması ve terfi etmesi söz konusu olurdu.
Müsaadenizle size yaşanan bir olayı aktararak, ne demek istediğimi daha inanılır bir şekilde aktarmaya çalışayım. Biri babasının işlerini devralarak iş dünyasına adım atması beklenen, diğeri ise yüksek maaşla bir rafineride çalışan iki arkadaşımız akademik hayatı çok sevdiklerine kanaat getirerek İstanbul Üniversitesi’nin bir fakültesinin bir kürsüsünde asistan olmuşlardı. O sırada kürsü başkanı bir merkez kurmakla meşgul oluyor, vakıflardan zar zor tahsis ettirdiği bir medrese binasının bir an önce tamir edilip merkezin başlıca mekanı olmasına gayret ediyordu. Asistan arkadaşlar bir gün falanca şirketin fayans bağışlarıyla, ertesi gün filanca şirketin merkeze hediye etmeyi kabul ettiği buzdolaplarının merkeze nakliyle uğraşıyor, bir türlü doktora tezlerine vakit ayıramıyorlardı. Sonunda hoca ile konuşmaya karar verdiler.
Kürsüye asistan olmaktan gurur duyduklarını, çalışmayı şeref telakki ettiklerini filan ifade ettikten sonra, tez çalışmalarına vakit ayırmakta karşılaştıkları güçlükleri dile getirdiler. Söylediklerini dikkatle dinleyen hoca, “Merak etmeyin efendim, sırası gelince size tez yazmanız için üç ay serbest süre tanıyacağım,” buyurmuş. Arkadaşlarımızdan biri, “Aman Hocam, üç ayda iyi bir tez nasıl yazılabilir!” diye şaşkınlık ifade edince, cevabını almış: “Af edersiniz beyefendi, tezinizin iyi olması gerektiğini acaba size kim söyledi?”
Günümüzde doktora çalışmaları bazı kurumlarda geçmişe göre daha ileri bir öğretim ve araştırma girişimini yansıtıyor, fakat korkarım ki iki tür sorunla karşı karşıya bulunuyoruz. İlkin, doktoranın bir araştırma faaliyeti olarak yürütüldüğü kurumların sayısı pek yüksek değil. Fakat belki ikinci konu daha da vahim, doktora öğrencileri arasındaki asistanlar bölüme ve özellikle hocalarına sadakatle hizmet etmiş olmanın ödülü olarak doktora ile ödüllendiriliyorlar. Bildiğiniz gibi, akademik meslekte ilerlemek için ilk adım doktora derecesini tamamlamaktır. Görebildiğim kadar, pek çok kurumda doktora programları asistanların doktora alabilmesi için açılmaya devam etmektedir. Ortaya çıkan çalışmalar başarı örneği olarak dikkati çekmemekte, özellikle yurt dışında yayınlanacak ve ilgili bilim camialarının dikkatini çekecek nitelikte eser vermekten bir hayli uzak düşmektedirler.
Ülkemizin bu konuda da birçok ülkenin gerisinde olduğu bir sır değil. Eğer bazı üniversitelerimizin dünyanın önde gelen üniversiteleri arasında yer almalarını istiyorsak, araştırmaya ayırdığımız kaynağı da arttırmamız gerektiğini dikkatten uzak tutmamak lazım.
Böyle bir durumla karşı karşıya isek, akla gelen soru, pekiyi ne yapalım da durumumuz daha iyi olsun oluyor. Dünyada iki türden çözüm olduğunu biliyoruz. Bazı ülkelerde araştırma ve geliştirme konusu doğrudan üniversitelere bırakılmış bir faaliyet gibi gözüküyor. Diğerlerinde ise, üniversitelerin dışında işi araştırma olan kurumların gelişmesi öngörülüyor. Ancak, bu ayrım sanıldığı kadar kesin çizgilerle belirlenmiyor. Mesela Amerika ve İngiltere’de araştırma yapmak daha çok üniversitelerden beklenirken, Fransa’da bilimsel araştırmaların yapılması için kurulmuş merkezler var ama ilk iki ülkede araştırma merkezleri de var, sonuncusunda ise araştırma merkezleri ile bazı üniversiteler arasında güçlü bağlar var. Hatta, bazı elemanlar iki tip kurum arasında gidip gelebiliyor, bazen birinde bazen diğerinde çalışabiliyorlar. Buna iki konuyu daha eklemek gerekiyor. Araştırmaya önem veren ülkelerde hükümetlerin bünyesinde de araştırma yapan kuruluşlar olduğu gibi, özel girişimin de araştırmaya kaynak ayırdığını görüyoruz. Şüphesiz tüm kurumlar aynı türden araştırmalar yapmıyor. Örneğin şirketler ve çoğu zaman devlet kurumları somut sorunlara çözüm getiren, genel bilgileri özel alanlarda uygulamaya sokmayı öngören genel bulguları uygulamaya sokma çabaları yürütüyorlar. Bu süreç içinde bizim üzerinde durmamız gereken husus bu ülkelerin tümünde hem pür hem de uygulamalı araştırmalarla ilgilenen bir araştırma camiasını varlığıdır.
Böylece, ülkemiz üniversitelerinin dünya üniversiteleri sıralamasında daha ileriye gitmesini istiyorsak, neler yapmamız gerektiği de kendini belli etmeye başlıyor. İlkin, bazı üniversiteleri daha çok araştırma üniversitesi niteliğini kazanacak biçimde geliştirmemiz gerekiyor. Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi, bu hedefe bütün üniversiteleri eşit sayan ve aynı kalıba koyan yasal düzenlemeler ile varmak olanaksızdır. Araştırma-geliştirme konusunda ileri gitmesini istediğimiz üniversiteleri ayrı tutmak, ücretlerde daha cömert davranmak, orada yükselmeyi tamamen dünyanın önde gelen dergilerinde yayın yoluyla başarılı olmaya endekslemek gerekiyor. Bunun yanında devletin araştırma kurumlarını da güçlendirmek, bazı yerlerde yenilerini açmak gerekiyor. Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Tahminimce Devlet Su İşleri’nin herhangi bir araştırma birimi yoktur. Halbuki, sulama tekniklerinin geliştirilmesi, köylünün sulama konusundaki alışkanlıklarının incelenmesi ve değiştirilmesinden tutun, su kalitesinin iyileştirilmesi, buharlaşmanın azaltılmasına ilişkin çalışmalar, hatta baraj yapımında karşılaşılan sosyolojik sorunlara kadar uzanan araştırma alanları mevcuttur. Bu kuruluşta bir araştırma ünitesi kurulması, bu birimin bazı üniversitelerle işbirliği yaparak çalışması mümkün.
Özel şirketlerin de ne gibi araştırmalar yaptıkları öğrenilip, bunlardan bazılarının desteklenmesi mümkün. Nitekim, savunma alanında bazı özel şirketlerin çok yaratıcı çalışmalar yaptıkları, bunların bir bölümünün devlet desteğine mazhar olduğunu hepimiz biliyoruz. Aslında araştırmaya önem veren ülkelerin gayri safi milli hasılalarının araştırmaya ayırdıkları yüzdesi de biliniyor. Ülkemizin bu konuda da birçok ülkenin gerisinde olduğu bir sır değil. Eğer bazı üniversitelerimizin dünyanın önde gelen üniversiteleri arasında yer almalarını istiyorsak, araştırmaya ayırdığımız kaynağı da arttırmamız gerektiğini dikkatten uzak tutmamak lazım.
Son bir hususu da eklememiz gerekiyor. Araştırmalar, özellikle sosyal bilimler alanında yapılan çalışmalar için özgür bir ortam gerekli ama her türlü bilimin ilerlemesi özgür bir ortamda daha kolay oluyor. Bildiğiniz gibi, bilimsel faaliyetin ana özelliği özgürce her türlü soruyu sorabilmek, bazı sorulara daha önce verilmiş cevapların doğru olmayabileceğini veya olmadığını ileri sürmeyi kapsamaktadır. Yenilik getirme çoğu zaman ilgili bilim camiasını, bazen toplumları bile rahatsız edebilecek sonuçları kapsar. Bu koşullar altında, bilim camialarının kendilerinden bekleneni verebilmeleri için özgür bir fikir ve ifade ortamının varlığı önemlidir.
Yazımıza Türk üniversitelerinin dünya üniversiteleri sıralamasında ön sıralarda konumlanmadığını saptayarak başladık. Gördüğünüz gibi, konu bizi daha genel bir konuya, toplumların araştırmaya verdikleri öneme götürdü. Ancak, üniversiteleri bir toplumda geçerli olan genel araştırma faaliyetinin dışında görmemek gerekiyor. Üniversiteler araştırma geleneğinin bir parçası, onun içinde yer alıyor. Üniversiteleri sıradan olan ama araştırmada ileri giden toplum bulmak kolay değil, belki de mümkün değil. Dolayısıyla, şayet üniversitelerimizin dünya klasmanında daha ön sıralarda yer almasını istiyorsak, yapacaklarımızı sadece üniversitelerle sınırlı tutmamak, bir toplumda araştırmaya verilen önemle ve bu faaliyete ayrılan kaynaklarla ilgilenmemiz gerekiyor.

Yorum Yazın