Bugünün Türkiye’sinde politik olmak, yalnızca kutuplaşmakla özdeşleştirilmekte; sınıfsal hak talepleri “ütopyacı romantizm” ya da “kalkınma karşıtı nostalji” olarak itibarsızlaştırılmaktadır. Oysa apolitik olmak da özünde politik bir duruştur. Sessizlik çoğu zaman düzenin lehine bir onay işlevi görür. Tarafsızlık iddiası, mevcut güç ilişkilerinin ve sermaye düzeninin sürmesine katkı sunar.
Türkiye uzun süredir yalnızca ekonomik krizlerle değil, aynı zamanda çok katmanlı bir ideolojik kuşatmayla yüz yüzedir. Bu kuşatmanın adı neoliberalizmdir. 1980 askeri darbesi yalnızca siyasi alanı bastırmakla kalmamış; toplumsal ilişkileri, sınıf yapısını ve ideolojik iklimi de yeniden şekillendirmiştir. 24 Ocak kararlarıyla birlikte serbest piyasa ekonomisi, rekabetçi bireycilik ve devletin “küçülmesi” fikri sadece bir politika değil, neredeyse ahlaki bir zorunluluk haline getirilmiştir. Bu dönüşüm yalnızca özelleştirmeler ya da ücretli emeğin güvencesizleştirilmesiyle sınırlı kalmamış; aynı zamanda kitlelerin bilinç dünyasına da derin bir müdahale olarak yerleşmiştir. “Devlet küçülürse birey özgürleşir” gibi sloganlar eşliğinde sermaye-serbestisi özgürlükle, piyasa düzeni adaletle eşdeğer tutulmaya başlanmıştır.
Ancak bu vaatlerin pratik karşılığı, eşitsizliklerin derinleşmesi, yoksulluğun yapısallaşması ve toplumsal dayanışma ağlarının çözülmesi olmuştur. 1980 sonrası ortadan kalkacağı iddia edilen karaborsacılık, stokçuluk, fırsatçılık gibi olgular aksine sermaye eliyle yeniden üretilmiş ve meşrulaştırılmıştır. Son yıllarda yaşanan büyük depremler, pandemiler ve ekonomik krizler bu iddiaların ne kadar içi boş olduğunu gözler önüne sermiştir. Felaket anlarında bile yardım değil satış, kolektif müdahale değil özel sektörün ihaleleri ön plana çıkmıştır. Devletin sosyal rolü geri çekilirken piyasanın kazanç hırsı sahneye çıkmıştır.
Neoliberalizmin ideolojik tahakkümü öylesine içselleştirilmiştir ki, sömürü “özgürlük”, güvencesizlik “esneklik”, piyasalaşma ise “reform” maskesiyle meşrulaştırılmaktadır. Üniversitelerden medyaya, sendikalardan mahalle kültürüne kadar her alana sirayet eden bu hegemonya, sınıf bilincini sistemli biçimde çözmüş; topluluk, dayanışma ve kolektif özne yerine bireysel başarı ve "kendi kaderini yaratma" miti ön plana çıkarılmıştır. Artık “işçi sınıfı” kavramı, toplumun büyük bir kesimi tarafından nostaljik bir terim olarak algılanmakta; işçi olmak bir toplumsal aidiyet değil, bireysel başarısızlık göstergesi olarak görülmektedir. Oysa bu algı değişimi kendiliğinden oluşmamıştır; neoliberal ideolojinin kültürel mühendisliği sayesinde bilinçli biçimde inşa edilmiştir.
Bu koşullar altında sol ise tarihsel bir kimlik bunalımıyla karşı karşıyadır. Emek ve eşitlik gibi temel kavramların taşıyıcılığını liberal söylemlere kaptıran bir sol; giderek sermaye merkezli sağın kavram setleriyle konuşmak zorunda kalmakta, "özgürlükçü liberalizm"in söylem alanında sıkışmaktadır. Bu durum yalnızca teorik bir kriz değil; aynı zamanda örgütsel ve politik bir çözülme yaratmaktadır. Grev ve eylem hakkı gasp edilen, sesi bastırılan, sendikal hakları daraltılan işçiler bu bilinçten yoksun biçimde sisteme bağlı kalmaktadır.
Elbette burada tüm sorumluluk işçilere yüklenemez. Sistemin içinde sıkışmış, güvencesizleştirilmiş bireyler olarak işçilerin sessizliğini yalnızca bir "duyarsızlık" ya da "bilinç eksikliği" olarak okumak eksik olur. Bugünün psiko-sosyal koşullarında işçiler, ses çıkardıklarında yalnızca haklarını değil, mevcut işlerini ve geleceklerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu korku, neoliberal düzenin en güçlü silahıdır: İtaat, rıza ile değil, kaybetme korkusuyla inşa edilmektedir.
Bu tablo yalnızca Türkiye’ye özgü olmasa da, Türkiye’deki tarihsel kırılmalar bu çözülmeyi çok daha yapısal hale getirmiştir. 12 Eylül darbesiyle yalnızca sendikalar değil, işçi hareketi bastırılmış, devrimci kadrolar tasfiye edilmiş ve sol düşünce kriminalize edilmiştir. Bu baskı ortamı, solun toplumsal hafızadaki yerini zayıflatırken, onun bıraktığı boşluğu sağ ideolojiler, liberal söylemler ve “apolitizm” doldurmuştur.
Bugünün Türkiye’sinde politik olmak, yalnızca kutuplaşmakla özdeşleştirilmekte; sınıfsal hak talepleri “ütopyacı romantizm” ya da “kalkınma karşıtı nostalji” olarak itibarsızlaştırılmaktadır. Oysa apolitik olmak da özünde politik bir duruştur. Sessizlik çoğu zaman düzenin lehine bir onay işlevi görür. Tarafsızlık iddiası, mevcut güç ilişkilerinin ve sermaye düzeninin sürmesine katkı sunar.
1980 sonrası neoliberal dönüşüm, yalnızca ekonomik modellerle açıklanacak teknik bir reform değil, somut bir servet transferi süreciydi. Kamusal varlıklar özelleştirildi, üretimin değeri yukarıya aktarıldı. Türkiye’nin büyük sermaye grupları servetlerini katlarken, kamu kaynaklarına erişimde ayrıcalıklı hale geldiler. TÜSİAD, MÜSİAD ve TOBB gibi kurumlar hem politika belirlediler hem de liberal ideolojiyi yaydılar.
Yukarıdaki tablo, bu süreçteki dönüşümün somut örneklerini sunmaktadır.
Bu büyüme yalnızca ekonomik değil, ideolojik düzeyde de meşrulaştırıldı. Patronlar neoliberalizmin bayraktarlığını yaptı:
• Rahmi Koç: “Biz devletin küçülmesinden yanayız. Piyasa mekanizmasıyla ekonomi daha sağlıklı işler.” (TÜSİAD, 1994)
• Güler Sabancı: “Liberal ekonomi modeli, Türkiye’nin gelişimi için olmazsa olmazdır.” (WEF, 2007)
• Ahmet Nazif Zorlu: “Özgürlük, girişimciliğin ruhudur. Serbest piyasa sayesinde büyüdük.” (2012)
Bu ifadeler yalnızca bireysel görüşler değil, bir sınıf bilincinin dışavurumudur. Liberalizmin “özgürlük” söylemiyle işçilerin taleplerinin bastırılması, sermaye sınıfı için hem maddi hem ideolojik kazanç sağlamıştır. Sessizlik ve rıza, sermayenin büyümesinin ön koşulu haline getirilmiştir.
Türkiye'de sol, bu çok yönlü hegemonya karşısında ideolojik mevzilerini terk etmiş, yalnızca baskıyla değil, inanç kaybıyla da gerilemiştir. Ancak bu tablo değiştirilebilir. Bunun için yalnızca yeni ekonomik modeller değil, aynı zamanda yeni bir politik tahayyül, güçlü bir sınıf anlatısı ve dayanışma kültürü gereklidir. Mücadele yalnızca rakamlara değil, anlamlara dairdir. Ve bu anlamı yeniden kurmak, solun tarihsel sorumluluğudur.
Kaynakça
1. Harvey, David.A Brief History of Neoliberalism. Oxford University Press, 2005.
2. Wacquant, Loïc.Punishing the Poor: The Neoliberal Government of Social Insecurity. Duke University Press, 2009.
3. Öniş, Ziya. “Neoliberal Globalization and the Democracy Paradox: The Turkish General Elections of 2007.” Journal of Contemporary European Studies, vol. 16, no. 3, 2008, pp. 407–424.
4. Buğra, Ayşe.Devlet ve İşadamları: Türkiye'de Hayırseverlik, Yardım ve Sivil Toplum. Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2008.
5. Boratav, Korkut.Türkiye İktisat Tarihi 1908–2009. İmge Kitabevi, 2010.
6. Şengül, Tarık. “1980 Sonrası Türkiye’de Kent, Siyaset ve Neoliberalizm.” Praksis, no. 19, 2009, ss. 9–32.
7. Bourdieu, Pierre.Karşı Ateş: Neoliberalizmin Yıkıcı Etkilerine Karşı Yazılar. (Çev. Abdullah Yılmaz), Yapı Kredi Yayınları, 2001.
8. Türkay, N. “12 Eylül Sonrası Türkiye’de Sendikacılık: Bastırılan Haklar ve Dönüşen Emek.” Toplum ve Bilim, no. 122, 2012, ss. 41–66.

Yorum Yazın