Çiftçiyi topraklandırma örnek olayı üzerinden yapılan bu okuma siyasal yelpazenin “sağ”ında bulunan siyasal partilerin önemli bir özelliğini ortaya koymaktadır. Bu partiler, karşısında oldukları toplumsal sınıfların oyunu almayı ve bu sınıfların aleyhine olan politikaları “milletin sözü” ya da “milli irade” olarak sunmayı başarabilmektedirler.
Geçen yazıda Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan çiftçiler lehine yapılan toprak reformunun DP’nin kurucu kadroları tarafından engellendiğini açıklamış ve “Nasıl” sorusunu sormuştum.
İşte cevabı…
Tasarı Meclise havale edildikten iki gün sonra, yani 19 Ocak 1945 tarihinde geçici bir komisyona havale edildi.
TBMM Başkanlığı Tasarıyı öneminden dolayı Ziraat, Dâhiliye, Adliye, Maliye ve Bütçe Encümenlerinden oluşan geçici bir komisyona havale etti.
Başbakan Saraçoğlu’nun istemi üzerine Anayasa, İktisat ve Ticaret Encümenleri de oluşturulan geçici komisyona dâhil edildi.
TBMM’deki 15 yasama komisyonunun yarısından fazlası Tasarıyı görüşmekle görevlendirildi.
Geçici Komisyon üç buçuk ay civarında uzun sayılabilecek bir sürede 45 toplantıda Tasarıyı görüşerek raporunu Genel Kurula sundu. (Günümüzde komisyonlarda bu kadar çok komisyonda, bu kadar etraflıca bir görüşme yapılmadığını belirtip sistemlerin demokratikliği konusundaki karşılaştırmayı okuyucunun takdirine bırakayım.)
Tarım Bakanı, bütün toplantılara; Adalet ve Maliye Bakanları, bazı toplantılara katıldı.
Belirli konuların aydınlatılması için alt komisyonlar kuruldu.
Komisyonun sözcüsü Adnan Menderes idi.
Menderes ve diğer büyük toprak sahiplerinin muhalefetiyle komisyon görüşmeleri sonunda “çiftçi ocakları” kurumu Tasarıdan çıkarıldı.
Bunun anlamı, Tasarının reform niteliğine son verilmiş olmasıydı; çiftçi ocağı olmaksızın yapılan düzenlemeler anlamını kaybetti; dağ adeta fare doğurdu.
Hükümet bu gelişmeyi fark ettiğinde iş işten geçmişti.
Bunun üzerine Başbakan Saraçoğlu’nun bizzat kendisi komisyona gelerek yeni bir görüşme yapılmasını sağladı.
Aslında İçtüzükte bu tür bir görüşmenin yeri olmadığı gibi böyle bir teamül de yoktu.
Ancak düzenleme ülke açısından çok önemliydi; bu düzenleme olmaksızın sanayileşme ciddi bir darbe almış olacaktı.
Bu nedenle İçtüzüğe ve teamüllere aykırı olmasına rağmen Başbakan’ın doğrudan müdahalesiyle yeni bir görüşme yapıldı.
Tasarının kuşa çevrilmesinde büyük bir mücadele veren Adnan Menderes komisyon sözcüsü olarak hükümet tarafından yapılan bu müdahale üzerine şu açıklamayı yapıyordu:
“Bu çok önemli vazife ile ödevlendirdiğiniz komisyonunuz, konunun büyük önemi nispetinde tasarının işlenmesine emek, gayret ve zaman vermiştir. Üç ay fasılasız olarak çalışılmış, tasarı bir defa değil, iki defa müzakere olunmuş, birçok hükümler de Sukomisyonlarda (altkomisyon) ayrıca incelenmiş, Hükümet ve mütehassıslar dinlenmiş ve komisyona dâhil bulunmayan pek çok arkadaşımın kıymetli fikirlerinden de faydalanılmıştır….komisyonun … son toplantısına Sayın Başbakan, gelerek bazı tekliflerde bulunmuştur. Bu teklifler, komisyonun üç aydır üzerinde hassasiyetle durduğu ve hattâ Hükümet tasarısında da yer almış bulunan bazı prensiplerin değiştirilmesini tazammun etmekte idi. Komisyonda söz alarak iki defa müzakeresini yapmış bulunduğumuz madde ve hükümler üzerinde bir üçüncü müzakerenin açılmasının İçtüzük hükümlerine aykırı olduğunu ileri sürdüm ve Başbakanın “Komisyona gelmezden önce Hususi Kalem Müdürüne not ettirdiğim bazı esaslar” diye vasıflandırdığı teklifin, Hükümetçe yazılmış ve formüle edilmiş bir teklif olup olmadığı cihetinin dahi incelenmeğe muhtaç bir mesele olduğunu ilâve ettim. …Hükümet tasarının bir virgülünün dahi peşinde günlerce çekişmiş durmuştur. Bu kadarla kalınmamış, nihayet üçüncü müzakerenin açılmasına kadar gidilmiştir.”
Menderes özetle şunu söylüyordu:
Büyük toprak sahipleri olarak bizlere zarar veren bu Tasarıyı etkisizleştirmek için 3 aydan fazla süren bir mücadele verdik ve bunu başardık; hükümetin durumu fark etmesi üzerine yeni bir görüşme yaptırması İçtüzüğe aykırıdır: Genel Kurul etkisizleşmiş Tasarıyı görüşmelidir.
Saraçoğlu’nun müdahalesi çiftçi ocaklarını geri getirmedi ama özellikle toprağın verimli olduğu bölgelerde belirli miktarın üstünde kalan kısmının kamulaştırılarak küçük çiftçilere dağıtılmasını olanaklı kılan bir maddenin, yani meşhur “17. Madde”nin Tasarıya eklenmesini sağladı.
Tasarının tümü üzerindeki görüşmeler üç birleşimde 13 saatte tamamlandı.
Ardından maddelerin görüşülmesine başlandı.
Büyük toprak sahipleri çıkarlarının nerede olduğunu çok iyi biliyordu ve Tasarının tümü üzerinde harcanan 13 saatin büyük kısmı 17. madde üzerindeydi.
Tasarının ilk 16 maddesi kolaylıkla geçti; büyük toprak sahipleri çıkarlarının 17. maddede zedelendiğini çok iyi biliyordu.
17. madde görüşmeleri üzerinde büyük toprak sahipleri büyük bir mücadele yürüttü; toplam 22 saatlik görüşmenin yarısından fazlası bu maddeye ayrıldı.
Bu madde etkisizleştirildikten sonra geriye kalan 49 madde toplam beş saate tamamlandı.
Tasarı oybirliği ile kabul edildi.
Kanunun kabul edilmesinin hemen ardından Genel Kurul’a dört maddelik bir önerge sunuldu; önergede Toprak Kanununun kabulü dolayısıyla (1) Atatürk'ün yüce adının saygı ile anılması, (2) Yüce Şef İnönü'ye Büyük Millet Meclisinin saygılarının sunulması, (3) Saraçoğlu Hükümetinin kutlanması ve başarılar temenni edilmesi, (4) Kanunun kabul edildiği 11 Haziran gününden sonraki ilk Pazar gününün her yıl bütün yurtta Toprak Bayramı olarak kutlanması önerildi.
Bu önergenin ilk üç maddesi hemen kabul edildi.
Dördüncü madde ise bir kanun konusu olması nedeniyle oylanamadı.
TBMM dört gün sonra kabul ettiği 15.6.1945 tarihli ve 4760 sayılı Kanunla önergenin bu maddesini de kanunlaştırdı.
Halen yürürlükte olan Toprak Bayramı Kanununun 1. maddesine göre “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun kabul edildiği 11 Haziran tarihini takip eden pazar günü her yıl Toprak Bayramı olarak kutlanır.”
Bunun anlamı neydi?
CHP içinden bir grup toprak sahibi milletvekili nasıl oluyor da bu kadar muhalefet ettikleri bir Tasarıya olumlu oy vermiş ve ardından da bir teşekkürler dizisi sunmuşlardı?
Cevap çok basit: Büyük toprak sahipleri toprak reformunu engellediklerinden, Tasarının diğer maddelerine gönül rahatlığıyla oy vermişlerdi.
Tasarıyı hazırlayanlar ise amaca ulaşamamış ama başarısız görünmemek için içi boşalmış Tasarıya destek vermişlerdi.
11 Haziran günü “Toprak Bayramı” olarak ilan edilmişti ama bayramı kutlanan toprak, büyük toprak sahiplerine ait olan topraktı.
Toprak reformu fikri büyük toprak sahipleri tarafından toprağa gömülmüş ve 11 Haziran günleri aslında büyük çiftçiler için toprak bayramı ilan edilmişti!
Ya da bayram, reformun yapılamamasının bayramıydı.
Adnan Menderes, Cavit Oral, Refik Koraltan, Halil Menteşe, Emin Sazak, Damar Arıkoğlu gibi isimler defalarca konuşma yaparak toprak reformunu engellediler.
Bu görüşmelerin tutanaklarına bakılırsa büyük toprak sahiplerinin çiftçilere yönelik aşağılayıcı bakışını görmek çok kolaydır:
“….bu tasarının ruhu, kim ne derse desin Alinin malını alıp Veliye vermektir.”
“Ortaklık ve icarcılık nihayet iktisadi bir iş anlaşmadır”
“Ortakçılık meselesine gelince, …bugün ve yarın için muhafazası lâzım olan ve tarihimizin çok iyi olarak bize hazırladığı bu sistemi idame etmek lâzımdır.”
“Muayyen bir kısım vatandaş askere gidecek, yurda saldıranları karşılayacak ve bu uğurda kanını dökecek, canını yerecek diğer bir kısım vatandaş, şu veya bu mülâhaza ile bu fedakârlıktan istisna edilecek. Hizmette birlik, fedakârlıkta birlik ve tam bir müsavat. Topraksız vatandaşlara ve yeter toprağı olmayan çiftçilere toprak vereceğiz. Nerede ve kimde fazla bulursak onu alacağız. Çok güzel. Bu bir yurt ve insanlık borcudur. Pekâlâ toprağı olanlara yüklediğimiz bu yükten hiç toprağı olmadan yüz binlerce ve milyonlarca liralara sahip olan bankalarda paraları yığılı duranlara han, apartman sahibi olanlara hisse yok mu? Neden bu kalkınma ve ilerleme hamlesini yaparken onlara da bir vazife ve bir fedakârlık yüklemiyoruz?”
“Toprak dağıtılması bu yerde oturan ameleye de kabul edildi. Ben havsalama sığdıramadım. Orada rica ettim, bu kötüye varır dedim. Çünkü çiftçi kanun çıktıktan sonra yanındaki ameleye izin verir. Çünkü Hükümet ta bilmem ne yapasıya kadar çiftlik sahibi onu bedava besleyecek, Hükümet toprağı elinden alacak, o adama verecek, hem nasıl adama toprağı veriyor? En âciz, en miskin ve beceriksiz bir adama. Toprak sahibi ona orada iyi bir hale getirmiş, yaşatmış, ailesini barındırmış, olgun bir hale getirmiş, falan tarlayı sür deyince emniyetle sözünün yerine geleceğine, sula deyince sulayabileceğine inanılabilir bir hale getirmiştir. Buna fazla bir şey vererek refahını temin etmiştir. …Allah rızası için, Meclisi Âli buradan Eskişehir’e kadar - Konya da böyledir zannederim baksınlar, kim efendi, kim toprak sahibidir? Yarıcılıkla çalışanlar, bir bakın, daha müreffeh değil midir? Şimdi burada ameleye toprak verelim diyoruz.”
“Arkadaş, meselâ senin dört oğlun vardır, birisi kendi kendine şef olur, patron olur, diğerleri de ameleliğe bile lâyık olmayabilir. Yaradılış bu, ne yaparsın.”
“…iki adama toprak veriyoruz. Birisi çalışkan öteki değildir. Birisi zekâsını, kafasını işletiyor, büyük randıman alıyor. Ona diyoruz ki, verdiğimiz topraktan ilerisine gitmeyeceksin.”
“…Zaten şahsi teşebbüs sahibi olsaydı ecir olmaz, amele olmazdı. O, büsbütün başka bir şeydir, efendiliktir. Bazı insanlarda bu yoktur.”
Bu görüşler aslında küçük ve orta çiftçileri aşağılıyordu.
Büyük toprak sahipleri bu görüşmelerde sınıf bilincine ulaşmış ve çıkarları için birlikte hareket etmenin yararını anlamışlardı.
Bundan kısa bir süre sonra DP’yi kurdular ve seçimlerde başarılı olabilmek için iktidar üzerinde yasal reformlar yapılması yönünde müthiş bir baskı kurdular.
CHP, DP’nin etkisiyle seçim kanunlarını iki kez değiştirdi ve Yüksek Seçim Kurulu kuruldu.
DP, toprak reformu kanununun görüşmeleri sırasında karşısında olduğunu açıkça belli ettiği küçük ve orta çiftçilerin hamisi olduğu yönünde bir algı yaratmayı da başardı.
Bir başka anlatımla küçük ve orta çiftçilerin bir toprak reformuyla toprak sahibi kılınmalarının önündeki en büyük engel DP’nin kurucularıydı, ama bu kurucular seçime giderken kendilerini küçük ve orta çiftçilerin koruyucusu ilan ederek oy almışlardı.
1950 seçimleri “yeter söz milletindir” sloganıyla tarihe geçti ama aslında durum tam tersiydi; buradaki “millet”in içeriği bambaşkaydı.
O dönemde nüfusun büyük çoğunluğunun tarımla uğraştığı ve tarımla uğraşan büyük çoğunluğun çıkarına olan toprak reformunun CHP tarafından hazırlandığı ancak DP’yi kuranlar tarafından engellendiği dikkate alınırsa, söz artık milletin değil büyük toprak sahiplerinin olmuştu.
CHP, yarı sömürge durumdaki Osmanlı İmparatorluğunun külleri üzerinde bir Cumhuriyet kurmuş ve Cumhuriyetin ayakta durması için çok sayıda iktisadi reform yapmıştı.
Günümüzde özelleştirilerek satılan sanayi işletmelerinin büyük çoğunluğu o dönemin eseriydi.
Bunların “millet” için yapıldığından hiç kuşku duyulamazdı.
Ancak DP kendisi de içinde bulunduğu halde bu dönemde millet için yapılan bütün reformları ve kalkınma hamlelerini “ceberrut devlet” damgasıyla mühürlemeyi ihmal etmedi.
Bu miras sağ partiler tarafından büyük bir iştahla sahiplenildi.
Üstelik bu hamlelerin yapıldığı dönem Avrupa’nın faşizm yönetimleriyle istila edildiği dönemdi.
“Millet” ve “milli irade” kavramlarının içinin boşaltılmasının başlangıcı toprak reformunun engellendiği söz konusu günlere dayanır.
Büyük toprak sermayesi, toprak reformunu engelledikten sonra sanayi sermayesi ile ittifak yaparak ve çiftçilerin desteğini alarak birinci parti oldu.
Aslında aradaki oy farkı çok büyük değildi DP oyların %55’ini, CHP %40 ını almıştı.
Ama getirilen seçim sistemi nedeniyle oyların Meclise yansıması çok farklı olmuştu.
DP oyların %55’ini aldığı halde Meclis’teki sandalyelerin %85 ini almış ve 416 milletvekili çıkarmıştı CHP % 40 oy aldığı halde sadece 69 milletvekili çıkarabilmişti.
DP, bundan sonra kendisini “milli irade” ile özdeşleştirdi ve 1950’li yılların sonunda “Tahkikat Encümenleri” kurarak milli iradeye karşı olduğunu ilan ettiği muhalefeti tümüyle tasfiye etme girişiminde bulundu.
Oysa 1957 seçimlerinde DP’nin aldığı oy % 48’e düşmüştü.
Çiftçiyi topraklandırma örnek olayı üzerinden yapılan bu okuma siyasal yelpazenin “sağ”ında bulunan siyasal partilerin önemli bir özelliğini ortaya koymaktadır.
Bu partiler, karşısında oldukları toplumsal sınıfların oyunu almayı ve bu sınıfların aleyhine olan politikaları “milletin sözü” ya da “milli irade” olarak sunmayı başarabilmektedirler.
İşte bu yüzdendir ki “Yeliz”, eşit yurttaşlık temeline dayalı Cumhuriyet rejimini, “kanlı bir darbe” ve yöneticilere kulluğu esas alan Saltanat rejimini, “Aziz Milletin Büyük Devleti” olarak sunabilmektedir.
Seçmen, söylemlerinde, “millet” ya da “milli irade” vurgusu yapanların politikalarına bakmalıdır.
Bu tür “hamasi” söylemlere itibar edildiği sürece çağdaş bir devlet olma yolunda ilerlemenin olanağı yoktur.
“Yeliz”in sözlerine itibar eden kitle var olduğu sürece “sözün millete ait olması” güçtür.

Yorum Yazın