Bugün Türkiye’de yaşadığımız şey tam da budur. Kötülüğün kanlı, patlayıcı, radikal hali değil… Gri, tekdüze ve gündelikleşmiş hali. Ve en tehlikelisi de işte bu sıradanlıktır. Çünkü kötülük en çok, düşünülmeden yapıldığında büyür. Sorgulanmadığında yerleşir. Alışıldığında da meşrulaşır. Ve bir toplumun çöküşü, işte tam da bu anlarda başlar. Görevine sadık memurlar, kişiliksizleşmiş yargı, içi boşaltılmış hukuk, suskun gazeteciler ve görevini unutmuş aydınlar; hepsi sıradanlaşmış kötülüğün taşlarını döşer.
Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te adlı eseri, Nazi döneminde milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olan Adolf Eichmann’ın yargı sürecine tanıklık ettiği raporlardan yola çıkarak kaleme alınmıştır. Arendt, Eichmann’ı şeytani bir figür değil, sıradan bir bürokrat olarak tanımlar. Ona göre Eichmann gibi insanlar büyük kötülükleri bilinçli olarak planlamaz; yalnızca sorgulamadan, düşünmeden itaat eder ve görevlerini yerine getirirler. Asıl tehdit, işte bu düşüncesiz, rutinleşmiş kötülüktür. Arendt bu nedenle kötülüğün kaynağını ideolojik nefretten çok, bireyin düşünmeyi bırakmasında bulur.
“Kötülüğün en çarpıcı hali, onu yapanların şeytani olmamasıdır. En korkutucu olan, onun sıradanlaşmasıdır.”
— Hannah Arendt
Arendt’in bu kavramsallaştırması, yalnızca Almanya’daki Nazi rejimini değil; devletin hukukla olan bağını kopardığı, toplumu itaate mecbur bıraktığı her sistem için geçerli bir uyarıdır. Bugün Türkiye’de yaşadığımız siyasi ve toplumsal çöküşe bakarken, Arendt’in tespitleri yalnızca tarihsel değil, güncel ve yakıcıdır.
Cumhuriyet, bugün herkesin eşit yurttaş olarak eğitim alma, düşüncesini ifade etme ve meslek sahibi olma hakkı vardır. Bu Cumhuriyet, bireyleri fikirlere değil; haklara ve hukuka dayalı bir düzende birleştirmiştir. Ancak ne yazık ki, bu özgürlüklerden yararlanarak yazarlık yapabilmiş bir kadın, Atatürk’ün büstünün yanına yazılmış çirkin ifadeleri savunabiliyor. Oysa bir yazarın tarihsel bir kişilik üzerinden nefret söylemi üretmesi yalnızca düşünsel bir sığlık değil; aynı zamanda derin bir tarih cahilliği ve ahlak çürümesidir. Cumhuriyet karşıtlığı üzerinden yürütülen bu tür provokasyonlar artık bireysel bir tercih olmaktan çıkmış, toplumsal bütünlüğü tehdit eden tehlikeli bir bölücülüğe dönüşmüştür.
Bugün Türkiye’de olup bitenleri izlerken Arendt’in bu tespiti kulağımda çınlıyor. Çünkü haberleri birkaç saat bile takip etmediğinizde inanılması güç gelişmeler yaşanmış oluyor. Fakat asıl dehşet verici olan, tüm bu yaşananların artık “normalleşmiş” olması. Sıra dışı olması gereken şeyler sıradanlaşıyor, olağan dışı olan artık gündelik hale geliyor. İşte Arendt’in uyardığı tam da budur: Kötülüğün, düşünülmeden, sorgulanmadan sıradanlaşması.
Barış süreci gibi son derece hassas konularda neyin, kimle, nasıl yürütüldüğü bilinmeden atılan adımlar her seferinde biraz daha şaşkınlık yaratıyor. Ancak beni artık şaşırtmayan tek şey, iktidarın yıllardır bozmakta hiç tereddüt etmediği, yıpratıcı ve kutuplaştırıcı dili. Bu dil giderek daha da sertleşiyor ve toplumu ince dokunuşlarla değil, hoyratça yönetmeye devam ediyor.
Sonuç olarak bir sabah uyanıyoruz ve bir bakıyoruz ki, yıllardır aynı cümlede bile yan yana gelmeyen kelimeler artık “kardeş” olmuş: Türk-Kürt-Arap ittifakı. Ne zaman kurulmuş, kiminle konuşulmuş, hangi zemine dayanıyor belli değil. Sadece yeni bir siyasal mühendislik ürünü söylemle karşı karşıyayız.
Diğer yandan, son dönemde radikal İslamcı gruplar tarafından yapılan provokatif eylem ve açıklamaların sayısı ciddi şekilde artmış durumda. Üstelik bu söylemler yalnızca marjinal yapılardan değil; devlet içinden, iktidara yakın gazetecilerden, sözde hukukçulardan ve ne yazık ki Cumhuriyet’in kurucu değerleri sayesinde milletvekili olmuş kişilerden yükseliyor.
“İnsan, eylemlerini düşünce süzgecinden geçirmediğinde kötülük yapabilir. Çünkü düşünmemek, insanın ahlaki pusulasını yitirip sadece görev adamına dönüşmesine neden olur.”
— Hannah Arendt
Ahmet Hamdi Çamlı, kendisini "Dersaadet Mebusu" olarak tanıtan ve TBMM’deki “milletvekili” unvanını dahi gönülsüzce taşıyan bir isim. “Yeliz” mahlasıyla yaptığı çıkışlarda Cumhuriyet’e ve CHP’ye yıllardır süren o çirkinleşmiş dille saldırıyor. Mehmet Metiner ve sözde hukukçu Mücahit Birinci ise, Anayasa'yı açıkça tanımadıklarını ilan ediyor, “Paramparça ederiz” diyerek hukuku ayaklar altına alıyorlar.
Bu açıklamalar, bireysel hezeyanlar olmanın ötesinde bir sistemin habercisi. Devleti oluşturan temel ilkeler açıkça yok sayılırken, Anayasa alenen tehdit ediliyor. Bu, artık siyasal bir tercih değil; toplumsal bir çözülme işareti.
Tüm bunlar olurken Cumhurbaşkanı çıkıyor ve toplumun bir arada kalabilmesini sağlayan o ince ipliği biraz daha zayıflatacak, kutuplaştırıcı yeni bir kavramı dolaşıma sokuyor: Ümmetçilik. Siyasal İslam’ı merkez alan bu ideolojik zemin, bu ülke için yapılabilecek en büyük tehlikelerden biri. Çünkü 23 yıl boyunca bu teorilerle yönetilen Türkiye'nin geldiği nokta ortada:
“Nas” dediler, ekonomi çöktü.
“Ahlak” dediler, ahlak çürüdü.
“Adalet” dediler, adalet yok oldu.
Ve bütün bunların içinde beni en çok ürküten şey şu: Bu hukuk dışı düzene “dur” demesi gereken tek bir savcı bile çıkmıyor. Rejimi korumakla yükümlü yargı mensupları ya korkuya teslim olmuş ya da iktidarın iki dudağı arasında sıkışıp kalmış durumda. Ekrem İmamoğlu’nun duruşmasında bir savcının, “bana bakarak konuşma” talimatı vermesi bile, yargı sisteminin ne derece çöktüğünü, adaletin nasıl şekilsizleştiğini gözler önüne seriyor.
“Ben sadece emirleri yerine getirdim.” diyordu Eichmann.
Bu söz, bir suçun gerekçesi değil, ahlaki çöküşün kanıtıydı.
— Hannah Arendt
Bugün Türkiye’de yaşadığımız şey tam da budur. Kötülüğün kanlı, patlayıcı, radikal hali değil… Gri, tekdüze ve gündelikleşmiş hali. Ve en tehlikelisi de işte bu sıradanlıktır.
Çünkü kötülük en çok, düşünülmeden yapıldığında büyür. Sorgulanmadığında yerleşir. Alışıldığında da meşrulaşır. Ve bir toplumun çöküşü, işte tam da bu anlarda başlar. Görevine sadık memurlar, kişiliksizleşmiş yargı, içi boşaltılmış hukuk, suskun gazeteciler ve görevini unutmuş aydınlar; hepsi sıradanlaşmış kötülüğün taşlarını döşer.
Bu nedenle bugün, her zamankinden daha fazla düşünmeye, sorgulamaya, direnmeye ve hatırlamaya ihtiyacımız var. Aksi takdirde bir gün geriye dönüp baktığımızda, sıradan sandığımız sessizliklerin ardında nasıl bir çöküşün gizlendiğini çok geç fark edeceğiz.

Yorum Yazın